Hello world!

Welcome to WordPress.com. This is your first post. Edit or delete it and start blogging!

Uncategorized kategorisinde yayınlandı. 1 Comment »

Hakiki balı nasıl anlarsınız?


Samsun Arıcılar Birliği Başkanı Halit Kukula,hakiki balın nasıl anlaşılacağı ile ilgili çok önemli bilgiler verdi. Samsun Arıcılar Birliği Başkanı Halit Kukula, bir süre buzdolabında bekletilen balın sahte olup olmadığının anlaşılabileceğini söyledi.

Kukula, yaptığı açıklamada, hiçbir katkı maddesi içermeyen, tamamen polenlerden üretilen balın maliyetinin yüksek olduğunu belirterek, gerçek balın ucuz satılmasının mümkün olmadığını savundu.

Piyasaya sürülen sahte ballar yüzünden arıcılığa emek veren insanların mağdur edildiklerini ifade eden Kukula, ”merdiven altı üretim emeğimizi boşa çıkarıyor. Şimdi arıcı arkadaşlarımız yüksek rakımlı, floranın zengin olduğu yerlere çıkarak üç ay boyunca hakiki bal üretmek için zor doğa şartlarına katlanacaklar, ancak sahte ballar bizim bu emeğimizin karşılığını almamazın önüne geçecek” diye konuştu. Kukula, şöyle devam etti:

”Bugün balda her türlü sahtekarlık yapılıyor. İnsanlarımızın sağlığı ile oynanıyor. ‘Balda şeker var’ deniliyor bazen. Keşke şeker olsa ama merdiven altı üreticiler genetiğiyle oynanmış mısırın sapından üretikleri şekerle bal yapıyorlar. Toz şeker kullanmıyorlar. Vatandaşlarımız bilinçli olmak zorunda. Sahte bal almaktansa sağlıklarını korumak için reçel alsınlar daha iyi.”

”BAL BUZDOLABINDA ŞEKERLENİYORSA GERÇEKTİR”

Balın hakiki olup olmadığını anlamak için içine kurşun kalem batırmaktan, akıtmaya kadar pek çok yöntem kullanıldığını, ancak bunların hiçbirinin gerçek balı ayırt etmede yeterli olmayacağını belirten Kukula, bir balın hakiki mi sahte mi olup olmadığının balı bir süre dolapta bekleterek anlaşılabileceğini söyledi.

Buzdolabında yaklaşık bir ay bekleyen balın krem ya da tereyağ kıvamına gelmesinin balın hakiki olduğunu gösterdiğini anlatan Kukula, ”aslında bal buzdolabına konulmaz, güneş almayan bir yerde oda sıcaklığında saklanması gerekir. Balın gerçek olup olmadığını anlamak için buzdolabına konulabilir. Buzdolabına konulan balda renk değişimi olabilir” dedi.

Kukula, markasız bal satılmasının yasak olduğuna işaret ederek, vatandaşların diğer gıda maddelerinde olduğu gibi bal alırken de son derece titiz davranmaları gerektiğini sözlerine ekledi.

Kimden: “HALDUN KESKIN” Göndereni Kişiler’e ekle

*******************

HABERLER kategorisinde yayınlandı. Leave a Comment »

BÜYÜK DAVA/ ALİ AŞLIK/YENİGÜN GAZETESİ


Bugün Türk siyasi tarihi açısından çok önemli bir gün. Türk tarihinin en önemli davalarından biri bugün başlıyor. Bu süreç oldukça uzun ve karmaşık geçecek gibi görünüyor. Girift ve karmaşık bir ilişkiler yumağı içindeki suç örgütü kurmak iddiasıyla önemli addedilen insanlar hakkında karar verilecek. Yeniden büyük bir dezenformasyon süreci başlayacak, vatandaşın kafasını ayrıntılara boğup büyük resmi gözden kaçırmaya çalışacaklar.

Zira suç örgütü ve işleyiş tarzına baktığımızda bu ilişkiler yumağının tam anlamıyla çözülmesi hiç de işlerine gelmez. Onun için küçük bir çocuğun yanına silah koyup ekrana öğretmenimiz yok diye çıkaracaklar, onun için dünyadaki kriz dalgası ülkemizi de vuracak “az sonra, az sonra” diyerek insanımızı moral olarak çökertmeye çalışacaklar. Bu ülke darbelerden ve darbecilerden çok çekti. Önce ülkeyi bunalıma ve krize sok sonrada kurtar. Yok öyle yağma, devir değişti. Devrin değiştiğinin en büyük göstergesi de bu gün başlayan davadır.

Bu arada hapiste tutuklu bulunanlardan ADD Başkanı Şener Eruygur’un başına gelenler oldukça üzücüydü. Fakat o yoğun bakımdan, felç halinden 27 gün gibi kısa bir sürede iyileşmesi ve Türk doktorlarının tedavi sürecindeki büyük başarısı hepimizi mutlu etti. Umarız 10 gün içinde de tamamen sağlığına kavuşur. Kendilerine acil şifalar diliyorum.

Dünya büyük bir ekonomik krizin içinde, ekonomiler batıyor, borsalar çöküyor. Bizdeki malum zevat da Amerika’da Bush öksürse bizde borsa etkilenirken neden bizde de kriz çıkmadı diye hayıflanırcasına tavır içinde. Bütün dünya yanıyor, biz de biraz ısınıyoruz sadece o kadar.

Küresel bir ekonominin olduğu dünyada domino taşları gibi bir ülkedeki krizin diğerini tetiklemesi gayet normaldir. Normal olmayan “ya bizde niye olmuyor” havalarına girip akbaba postuna bürünmek ve bu amaçla sözüm ona akil adam, ekonomist, kanaat önderi kılığındaki zevatı sürekli ellerinde körükle ekranlarında boy göstertmeleri. Malum ya günümüzde ekonomi denilen şeyin küçümsenmeyecek bir bölümü de psikolojik bir güven olayından meydana geliyor. Temmuz seçimlerinden sonra ülkemizde kriz senaryoları üretenler ki bazıları bu gün Silivri’de ikamet ediyorlar, ne gibi bir plan içindeydiler halkımız bunu gördü. Burada sevinilecek iki şey var; birincisi, halkımız bu tür haberlere hiç de itibar etmiyor. Ne kadar kuru gürültü çıkarsalar da fayda etmiyor. İkincisi, ekonomi yönetimine güveniyor. Zira bu çilekeş halk bir gecede milyarlarının nasıl çalındığını, hiç edildiğini gördü. O dönemde kimlerin nasıl zenginliklerine zenginlik kattığını da yakından izledi. Bu ülkede kriz beklentisi içinde olanlar, inanın sadece gönüllerinden geçenleri ifade ediyorlar. Ülke ekonomisinin şu anki durumu ile 2000 yılındaki durumunu karşılaştırdığımızda bunu daha net görebiliriz. Bir anayasa kitapçığı ile ülke tepetaklak oluvermişken, şimdilerde dünya çatırdıyor, bizde durum mutedil dalgalı. Bu durumu Kemal Derviş’e bağlayanlara da, altı yıldır ekonomi yönetimimizin yönetimi Kemal Derviş’e mi emanetti veya ekonomi yönetimimizin başındakiler hiç mi iş yapmadı? diye. Bu ülkeye patronunun ekonomik düzleminden değil, ülke halkının düzleminden bakan ekonomistlere ihtiyaç var. Maalesef onları istisnalar hariç ekranlardan uzak tutuyorlar. İyilik yap denize at balık bilmezse Halik bilir.

Geçen hafta önemli gündem maddelerinden biri de terör olaylarıydı. At üzerinden arpa biçmeye alışık, oraları hiç gör(e)memiş muhalefetimiz sürekli ahkam kesip durdu. Gitmediğin, gidemediğin yerlerle ilgili ne üretebileceksin? Benimsenemediğin yerde hangi politikanı gerçekleştireceksin? Sadece sertlik ve baskı yanlısı önlemlerle nereye varacaksın? Suçlu ile masumu o toz bulutunda nasıl ayıracaksın. Zaten terör örgütünün de istediği bu değil mi? Onlar oraya gelemeyen muhalefetten değil oy tabanlarını ellerinden alan iktidar partisinden rahatsızlar. Oradaki halkı rahatsız eden, bunaltan her şey bilinmeli ki terör örgütünün ekmeğine yağ sürer. Onlar da bunu biliyorlar da “laf olsun torba dolsun…”

ALİ AŞLIK/EGE YENİGÜN GAZETESİ
********************

ALİ AŞLIK YAZILARI kategorisinde yayınlandı. Leave a Comment »

BAL TUTANLAR…/ABDULLAH ÖZBEK/http://www.abdullahozbek.org/


Basında nerdeyse her gün, çeşit çeşit yolsuzluk ve hırsızlık haberleri yer alıyor. Biteceğine dair ufukta bir işaret de gözükmüyor. Öyle sanıyorum ki bu gidişle, insanlar bunu kanıksar bir duruma gelecek.

Nerden anlıyoruz bunu?

İşte kamu vicdanından yansıyan bazı ifadeler:

Her iktidar kendi hırsızını yetiştiriyor. Çalmayan çırpmayan yok. Herkes bir yolunu bulup çalıyor. Yiyor; ama iş yapıyor. Doğru dürüst olan kişiler sistemi tıkıyor.

Objektif bir gözle bakılırsa bu düpedüz, toplumun savunma mekanizmalarının felç olması demektir. Yoksa bu yönde insanımıza karşı, plânlı bir psikolojik harekât mı uygulanıyor? Ya da topyekûn hipnoza mı tabi tutuluyoruz?

Tamam, bal tutanlar parmağını yalıyor. Başkalarına güzel şeyler dağıtmakla görevli olanlar, bu dağıttıklarından az çok kendisi de yararlanıyor. Yoksa adam bal dağıtmaz. En azından öyle bir kanaat var. Ve buna karşı çıkan pek olmuyor. Ortada sadece tek bir temenni var.

Yalamasını yalasın; yalnız küpü tepesine geçirmesin!..

Ne var ki bizde öyle olmuyor.

Adam küpü bitiriyor; sonra da kalanı yalıyor. Bakanlara ve karşı çıkanlara da dişini gösteriyor.

Tabiî ki bu dişler çok farklı… İktidarına, devrine ve ortamına göre anında değiştirilen cinsten… Belki görünen ve resmi çekilen kısım sadece burası.

Sonra düşündüm ki, bu bal ve parmak ilişkisinin halkın muhayyilesinde temel bir mantığı olsa gerek. Nitekim av yapan köpeklere de, az da olsa, yakaladıkları avdan bir miktar verirler.[1] Yalnız bu verilen kısım, bildiğim kadarıyla, baş kısmının yüzülmesiyle ortaya çıkan deri altı eti ve kemiğindendir. Üstelik bu işlem, köpeğin gözleri önünde yapılır. Ve köpek, bunu tek başına yapamayacağına, iyi bir eğitimden geçirilerek inandırılır. Tam güven telkin ettiğinde de ava salınır.

Buna benzer bir atasözümüz daha var.

Harman döven öküzün ağzı bağlanmaz.

Çocukluğumda harman ve öküz ilişkisini bizzat gözlemlemiş birisiyim.

Adam kendi harmanını yapıyorsa, genelde öküzlerin ağzını bağlıyor. Şayet harman başkasınınsa, o zaman işler değişiyor. Değil ağzını bağlamak, elinden gelse, öküzlerine bir iki yerden daha ağız açacak!

Bir de şu var.

Öküzün bir de kirletme mekanizması var. Burada da durum aynı. Kendi harmanı ise, kirletmemesi için bütün tedbirleri alıyor. Ama başkasının harmanı ise, “sal gitsin” anlayışıyla hareket ediyor. Nasılsa suçu öküze atmak kolay. Öküzlükleri fark eden bir halk da zaten yok!

Yine hazine bulan kişilere de, bu atasözlerindeki anlayış gereği, belirli bir miktar, bulduğu nesneden verilir. Maden vb. değerli nesneleri bulanlar için de aynı kural geçerlidir.

Bu konuda temel sorulardan birisi şudur:

Bu taksim işini kim yapacak?

Elbette ki kişinin kendisi bunu yapamaz. Mutlaka yetkili ve etkili bir güce ihtiyaç vardır. Aksi takdirde işin içinden çıkılmaz.

Meselâ İslâmî bir toplumda stratejik bir vergi olan zekâtın verildiği yerlerden birisi de, resmi olarak zekât toplama görevi yapan (tahsildar) memurlardır. Ama memur, kendisi kalkıp da topladığından bir şey alamaz.

Ne olur, alırsa?

Yer yerinden oynar!

Hz. Peygamber döneminde, devlet adına bu zekâtı toplayan memurlardan birisi, kendisine verilen bir hediyeyi kabul ediyor. Ama Hz. Peygamber, Müslüman’dır / ashaptandır diye olayın üstünü kapatmıyor. Hatta halkın gözü önünde şöyle bir ihtarda bulunuyor:

Ya zekât memuru olmasaydın da (bu hediyeyi) verselerdi ya! [2]

İşte bütün mesele burada. Hz. Peygamber, bu hediyenin “rüşvet” anlamına geldiğini ve boşu boşuna verilmediğini gayet iyi biliyor.

Daha birkaç ay önce, önemli iş adamı olan bir arkadaşım, bu konuda şöyle bir problemi dile getirdi:

Mal almaya gittiğimizde, daha hesapları yapmadan ve faturaya geçirilmeden, insana güzel bir yemek yediriyorlar. Gerisini siz anlayın!

Evet, yemek? Pek çok alanda kötülüklerin aracı olan yemek! Hele bir de insanın buna karşı zaafı varsa.

Bir keresinde, bir hastanede başhekim olarak çalışan bir doktorla, bu hediyeleşme meselesi üzerinde fikir alış verişi yapıyorduk. Sohbet esnasında, ilaç mümessillerinin doktorlara verdiği ufak tefek şeylerden tutunuz, medikal malzeme satan büyük holdinglerin sağladığı imkânlara kadar hiçbir hediyenin karşılıksız olmadığını söylemişti.

Bir de bu karşılığın masum insanlara nasıl yansıdığını sizler düşününüz!..

Bir zamanlar ilköğretim okullarında, sanki kitaplar yetmezmiş gibi, bir de “ünite dergileri” öğretmenler tarafından mecbur tutulurdu.

Ne anlama geliyordu, bu?

Bu dergiyi çıkaranlar, bir kısım okul idarecilerini ve öğretmenleri hediyeye boğarmış. Bunu pek çok okul yöneticisi ve öğretmenden defalarca dinledim.

Önemli bir şehirde, çoğunlukla varlıklı ve önemli sayılan kişilerin çocuklarının öğrenim gördüğü bir ilköğretim okulunun müdürü, bir sohbet esnasında şöyle demişti:

Hocam! Ben öyle bir adam değilim, yoksa. İstesek, elimizi velilerin cebinden çıkarmayız. Öyle yollar var ki. Aklınız şaşar.

Ve ardından, bir sürü yollarla insanların nasıl soyulduğunu anlatmaya başladı. Hem de teşekkürlerini alarak yapıyorlarmış bu işi!.. “İyi ki soyuyorsunuz” dedirtircesine!..

Bu konuda bayağı tecrübesi vardı. Hele, şu rüşvetin adının “hediyeleşme” olduğunu öyle bir anlattı ki.

Sunuda, dediği gibi, gerçekten benim de aklım şaştı! Hala da şaşmaya devam eder.

O gün bu gündür, hayatın pek çok alanı üzerinde gözlem yapıp ilgililerle konuşmaya çalıştım. Nerdeyse bütün kurumlar ve kuruluşların, kenarından köşesinden bu işe bulaştırılmış olduğunu gördüm.

Bulaşmayanlar hiç mi yok?

Elbette var. Ama halk bunlardan da şüpheleniyor. İşin en vahim tarafı da bu.

Öyle görünüyor ki, böyle bir anlayışın olduğu yerde, kurunun yanı sıra yaş da yanıyor. Onun içindir ki Kur’an bu konuya dikkat çeker.[3]

Bu araştırmaları yapmaktaki gayeme gelince.

Şüphesiz, sineklerin ürediği bataklığı keşfetmek ve çareler üzerinde kafa yormak. Sonra da, ilgilenenlerle bunları paylaşmak. Çünkü başımızı alıp gideceğimiz başka bir vatanımız yok. Bütün mesele, gemiyi batmaktan kurtarmak ve delmeye çalışanlara fırsat vermemek. Tabiî ki imkân nispetinde.

Gücünüze göre, “bu işte ben de varım” diyebiliyor musunuz? Asıl lazım olan, bu duygunun ölmemesi..

Başka ne diyeyim!..

Gerisini sizler daha iyi bilirsiniz!

Aklınız var, fikriniz var. Hem de herkesten daha çok!

kaynakça:

[1] Dilimizde “köpek” kelimesi “sadık, dost” anlamına gelmektedir. Ne yazık ki zamanla anlam kaymasına uğramış, “aşağılık, adi, bayağı” gibi kelimeleri çağrıştıracak şekilde kullanılmaya başlamıştır.

[2] Bak. Buhârî, Zekât, 67; Hibe 17; Ahkâm, 24, 41; Hıyel, 15; Müslim, İmâre, 26, 27, 28; Ebû Dâvûd, İmâre, II; Ahmed b. Hanbel, Sünen, 5, s, 423).

[3] Kur’an, Enfal, 8/25. Âyetin anlamı şöyledir: “Aranızdan yalnızca hâinlik yapanlara ulaşmakla kalmayacak bir kötülükten sakının ve bilin ki, evet, Allah’ın kovuşturması çetindir.”

KAYNAK:http://www.abdullahozbek.org/

*************

Prof. Dr. Abdullah ÖZBEK kategorisinde yayınlandı. Leave a Comment »

Ordu – Kumru – Korgan – Gölköy – Çamaş’ta namaz heyecanı /ABDULLAH YILDIZ/VAKİT GAZETESİ


Hafta sonunda Namaz Gönüllüleri olarak Ordu’nun sırasıyla Kumru, Gölköy, Korgan ve Çamaş ilçelerinde ‘Namazla Diriliş’ heyecanını, sayıları bini aşan kardeşimizle birlikte yaşadık, hamdolsun.
Ordu’nun iç kesimlerinde yer alan bu bölgede üç gün boyunca dere-tepe dolaşıp; hem Rabbimizin lûtfu olan harika coğrafi güzelliklerle, hem de o coğrafi güzellikleri yüreklerine yansıtan güzel insanlarla tanıştık, konuştuk, namazın, caminin, cemaatin, Kur’ân’ın, İslâm’ın güzelliklerini paylaştık, doyasıya.

Namaz Gönüllüleri Platformu’nun, kuruluş aşamasından başlayarak yükünü omuzlayan üç-beş öncüsünden biri olan sevgili Dr.Kerim Buladı hocamızın önayak olması ile, kendi doğup-büyüdüğü diyarlarda “namaz bilinci”ni canlandırmak, namaza, camiye ve cemaate ilgiyi artırmak için yaptığımız dört program, “Camiler ve Din Görevlileri Haftası” dolayısıyla icra edildi. Organizasyonda merkezi rolü Kumru Müftülüğü ve gayretli personeli üstlendi. Kumru Müftüsü Abdullah Pamuklu Hocamız başta olmak üzere, Çamaş Müftüsü Muhsin Özdemir, Korgan Müftüsü Hıdır Sarıgül ve Gölköy Müftüsü Cemal Uzun hocalarımızın samimi çalışmaları, doğrusu takdire şayandı. Bölgedeki müftülerimizin, vaizlerimizin, imam-hatiplerimizin oldukça uyumlu ve ihlaslı çabaları oranında mütevazı salonlarda yapılan toplantılar da samimi ve bereketli geçti elhamdülillah. Emeği geçen herkesten Allah razı olsun.

Namazla Diriliş panellerinin organizasyonunda görev alanlardan ve toplantılarda tanıştığımız güzel insanlardan söz etmeyi, ‘bazılarını unutursam kırılırlar mı?’ endişesi ile uygun bulmuyordum; ama coğrafi güzelliklerinden daha güzel yürekleri olan kardeşlerimizi anmamak da bir haksızlık olur mülahazası ile, bu yazıyı onlara ayırıyorum. (Anmayı unuttuklarım dahil, hepsinden dua istirham ediyorum.)

Daha Ordu’dan Kumru’ya tırmanmadan, yol üstünde ayaküstü de olsa görüşme fırsatı bulduğumuz yeni namaz aşıkları Ümit Bey ve Gülbîn Hanım çiftine, huzurlarının namazla daim olması için dua ettik. Programları bitirip Çarşamba havaalanına dönerken, o gece karanlığında arabanın içinde iken bizi farkeden ve eniştesine ısrar edip bizi durduran yetim kızımız Hatice’nin heyecanı, hepimizi duygulandırdı. Hilal TV’deki “Namazla Diriliş” programının sıkı müdavimi olan yetimimize yürekten dua ediyor, dua diliyorum.

İlk panelimizi Kumru’da icra ettik. Müftü Abdullah Pamuklu ve Vaiz Muhammed Karakuş ile diğer hocaların güzel organizasyonları sonucu Erçallar salonunu dolduran Kumrulular, üç saate yakın süren “Haydi Namaza! Haydi Camiye!” konulu paneli sonuna kadar ilgiyle dinlediler. Bu vesileyle, salonu tahsis eden işadamı sayın İsmet Erçal’a müteşekkiriz. İsmet Bey’in zevkle gezdiğimiz mini müzesi, zengin kültür mirasımızdan hareketle geliştirdiği mimari ürünler ve sıradışı buluşlar, doğrusu hayranlık verici. Yine Kumrulu hayırsever Yüksel Yaylak Bey’in tek başına yaptırdığı İHL, Kur’ân Kursu ve Müftülük binaları ile cami adeta bir külliyeyi andırıyor. Rabbim sayılarını artırsın. Ayrıca, sayın Başkan Ticabi Civelek’in sıcak ilgisini, Öğretmenevi Müdürü Bekir Bey’in filozofik muhabbetini, Müftülük çalışanı Zeki Şengör Bey’in samimi fedakarlığını, Hanımeli Mantı Evi’nin turşu kavurmalı, kuymaklı sabah kahvaltısını… unutmadık.
Ertesi gün, Gölköy ve Korgan’da idik. Her iki toplantıya katılanlar da sonuna kadar programları ilgiyle izlediler. Kumru gibi, bu ilçelerde de Namaz ve Kur’ân aşığı, kitap kurdu genç beyinlerle, bizleri yakından takip eden sıkı okuyucularımızla karşılaşmak, doğrusu hem onur verici hem de taşıdığımız sorumluluğun boyutlarını hatırlatması bakımından anlamlı idi. Veli Cihad Elyak, Gürhan Çokgezen, Sedat Yücel ve diğerlerinin kitap merakları ve Kur’ân merkezli zihnî inşa çabalarını tebrik ediyorum. Ayrıca, Gölköylülerin dere çağıltısı eşliğinde ikram ettikleri, taş değirmende öğütülen mısır unundan yapılma mısır ekmeğini, pancar çorbasını, yoğurt doğramayı unutmamız mümkün değil. Teşekkürler, dualar…

Son programımız Pazar günü Çamaş’ta idi. Minaresi tamam, alt kat hariç gerisi nâtamam büyük camide icra ettiğimiz toplantıya özellikle hanım kardeşlerimizin ilgisi büyüktü. Giresun’un Piraziz ilçesinden çıkıp programa gelen sevgili Yılmaz Turan’la yeğeni Hikmet Gürses ve eşinin coşkulu heyecanları bizleri de etkiledi. Çamaş Müftüsü ile imamların ve müezzinlerin gayretli koşuşturmaları takdire şayandı doğrusu.

Ancak, bölgedeki tüm bu güzelliklerin, birkaç yıllık çalışmalarla ortaya çıktığı düşünülmemeli. Yöredeki İslâmi duyarlılığın temellerini atan manevi mimarların izlerine, hatıralarına rastladık her adım başı. 1990’larda ahirete irtihal eden iki güzel insan: Halil Tatlıgül Hoca ve “Kiraz Hoca” namıyla tanınan Mehmet Akkiraz. Yetiştirdikleri yüzlerce talebe ile, bölgenin en netameli yıllarında, Terzi Fikri’lerin Fatsa ve civarında terör estirdikleri dönemlerde bile, manevi yapıyı ayakta tutmayı başaran mübarek insanlar. Bizler, onların ektiği tohumların yeşermesiyle münbit hale gelen topraklarda icray-ı faaliyet edebiliyorsak, onlara bol bol dua etmeli, rahmet dilemeliyiz. Mekanları cennet olsun. (Onları haftaya yazalım, inşaallah)

Son olarak, bizi köyüne kadar götürüp ikramlarda bulunan Dr. Kerim Buladı hocamıza, ağabeyi Ahmet Bey’e, dayısına, eniştesine, eşlerine ve tüm bu güzellikleri birlikte paylaştığımız can dostum Ahmet Bulut’a dualar ediyor; bölgedeki tüm namaz aşıklarına yürekler dolusu selâm ediyorum. Dualar bekliyorum.

NOT: 25 Ekim Cumartesi akşamı Kayseri; 28 Ekim Salı akşamı Batman’da namaz paneline bekliyoruz. http://www.namazladirilis.com/
KAYNAK :VAKİT GAZETESİ- Abdullah Yıldız /21 EKİM 2008 SALI – Vakitabdullahyildiz@umran.org

**************

İKTİBAS kategorisinde yayınlandı. Leave a Comment »

FİRAVUNUN RÜYASI/http://www.msxlabs.org


Firavunun çalışıp çabalaması, Tanrı ihsanı olan muvaffakiyete ulaşmamıştı. Tanrı muvaffakiyet vermediği için de diktiği yırtılıp sökülüyordu. Hükmünde binlerce müneccim, binlerce düş yorucu, binlerce büyücü vardı. Firavuna rüyasında Musa’nın doğacığını, firavunu ve saltanatını mahvedeceğini göstermişlerdi.
Düş yorucularla müneccimlere “ Bu hayalin, bu kötü rüyanın delalet ettiği şeyi nasıl defetmeli?” dedi. Hepi de dediler ki: “ Bir tedbirde bulunalım, çocuğun doğmasına mani olalım” doğum gecesi gelince Firavun kulları şu tedbiri kabul ettiler, şunu münasip gördüler: o gün İsrail oğullarını erkenden meydana, padişahın huzuruna götüreceklerdi.

“ Ey İsrail oğulları haydin sizi padişah filan yerde huzuruna çağırıyor. Sizi örtüsüz, nikapsız yüzünü gösterecek, sevaba ermek üzere size ihsanlarda bulunacak” diye tellallar bağıracaklardı. Çünkü o esirler, Firavuna hiç yaklaşmazlardı, onu görmelerine izin yoktu.

Hatta yolda ona rastlasalar yüzü koyun yere kapanmaları emredilmişti. Kanun buydu: hiçbir esir, ister vakitli olsun, ister vakitsiz, o padişahın yüzünü göremeyecek. Yolda çavuşların seslerini duydu mu, yüzünü görmemek için duvara dönecekti. Şayet yüzünü görürse mücrim sayılır, başına gelecek en kötü şeyler gelip çatardı. Onlarda görmeleri men edilen o yüzü görmeyi pek isterlerdi. İnsan man edildiği şeye haristir derler.

( tellallar bağırdılar “ esirler meydana doğru koşun. Umulur ki padişahlar padişahı size yüzünü gösterecek. İhsanlarda bulunacak!” israiloğulları bu müjdeyi duyunca padişahın didarına susuz ve müştak olduklarından, hileye inandılar. Süslenip , püslenip o tarafa doğru koştular.

Hani şunun gibi: Burada da hilekar Moğollar, “ Mısırlılardan birini arıyoruz . Mısırlıları bu tarafa toplayın da aradığımızı ele geçirelim” derler. Kim gelirse “ hayır bu değil. Sen geç oracıkta otur”derler de . Bu suretle herkes derlenip toparlandı mı bu hileyle hepsinin boynunu vurular. Onlar, ezan sesi duyunca Tanrı davetçisine uymazlardı ya. Onun şomluğu yüzünden.

Hilekar Moğolların daveti, onları ölüme kadar çekti, sürdü. Akıllı kişi, sakın Şeytanın hilesinden ! Yoksulların, muhtaçların seslerini içesiye duy da hilebaz kişinin sesi kulağını tutup çekmesin! Yoksullar, tamahkar ve kötü huylu adamlarsa bile sen yine gönül sahibini onların içinde ara”

Denizin dibinde inciler, taşlarla karışık olarak bulunur. Övülecek şeyler, ayıplar kusurlar arasında olur. İsrail oğulları coşarak erkenden meydana doğru koştular. Firavun bu hileyle onları meydana götürünce güzelim yüzünü onlara gösterdi. Gönüllerini aldı, ihsanlarda bulundu, vaitler etti.

Ondan sonrada “ Canınız için ne olur. Bu akşam hepiniz bu meydan da kalın, burada yatın uyuyun” dedi. Cevap vererek dediler ki, sana kulluk eder, sözünü dinler hatta dilersen burada bir ay otururuz”

Firavunun, geceleyin “ Bu gece doğum gecesi, fakat hepside karılarından ayrı” diye sevinerek geri döndü. Haznedarı İmran da yanındaydı. Onunla konuşa , konuşa Şehre geldi. ona “ imran, bu gece sen de burada yat, karının yanına gitme onunla buluşma” dedi.

İmran, “ Peki, burada yatarım, senin gönlünün istediği şeyden başka bir şey düşünmem bile” dedi. İmran da İsrail oğullarındandı fakat Firavunun adeta gönüllü , candı. Firavun onun isyan edeceğini, gönlünü korktuğu şeyi yapacağını nereden akıl edecekti?

Firavun gitti, İmran da orada yatıp uyudu. Gece yarısından sonra karısı, onu görmeye geldi. Üstüne kapanıp dudaklarından öpmeye koyuldu. Gece yarısı, onu uykudan uyandırdı. İmran uyanıp karısını gördü. Kadın, hoşuna gitti, dudak dudağa öpüşmeye başladılar. İmran, “ Bu zamanda nasıl geldin dedi?” kadın “Sana iştiyakımdan. Tanrının kaza ve kaderi bu” diye cevap verdi.

İmran, karısını sevgiyle kucakladı kendini tutamadı. Onunla buluştu ve emaneti ona verdi. Sonrada dedi ki: “ Kadın, bu küçük iş değil!” demir taşa çalındı, bir ateştir sıçradı. Hem de öyle bir ateş ki padişahtan da saltanatından öç alıcı, padişaha da, saltanatına da kin güdücü bir ateş.

Ben buluta benziyorum sen yersin Musa’da nebat Tanrı , satranç oyununda şahı sürüyor. Bir yutulduk mu yutulduk! Hanım, yutulmayı da hakiki padişah olan Tanrıdan bil, yutmayı da o işi bizden bilip bize hayıflanma! Firavunun korktuğu şey yok mu ? Seninle buluştum meydana geldi işte!

Sakın bunu kimseye söyleme, gizle de bana da yüzlerce türlü gam gussa gelmesin, sana da. Sonucu, bunun eserlerini meydana çıkar çünkü nazeninin alametleri belirdi! Tam o sırada meydandaki halktan naralar duyulmaya yer gök naralarla dolmaya başladı. Firavun, bu naralardan korkup sıçradı gürültünün ne olduğunu anlamak için yalınayak koştu.

Meydandan gelen ve dehşetinden cinleri ve perileri bile korkutan bu naralar, bu gürültüler nedir anlamak istiyordu. İmran, “ Padişahımızın ömrü uzun olsun İsrailoğulları lütfundan neşeleniyorlar. İhsanlarına seviniyorlar, oynuyorlar, ellerini çırpıyorlar “dedi. Firavun dedi ki” Olabilir. Fakat beni adamakıllı bir vehim bir endişedir kapladı”

Bu gürültü asabını bozdu. “Bu acı dertle, kederle beni kocattı.” Padişah, bütün gece ağrısı tutmuş gebe kadın gibi bir yandan bir yana gidip geliyor. Her an “İmran, bu naralar beni dehşetle yerinden sıçrattı” diyordu. Zavallı İmra’nın kudreti yoktu ki karısıyla buluştuğunu söylesin karısı gebe kalınca gökte Musa’nın yıldızının belirdiğini anlatsın. Her peygamber ana rahmine düşünce yıldızı da gökte zuhur eder, parlamaya başlar.

Kör Firavunun hilelerine, tedbirlerine rağmen gökyüzünde Musa’nın yıldızı belirdi. Sabah olunca İmran’a “ Git de o gürültünün, o patırtının ne olduğunu anla” dedi. İmran meydana koşup “ Bu ne gürültüydü? Padişahlar padişahı uyuyamadı” deyince, her müneccim, yaslılar gibi başı açık, yeni yakası yırtık bir halde toprağı örtü.

Yaslılar gibi sesleri ses veriyor, feryatları ortalığı dolduruyordu. Saçlarını, sakallarını yolup, yüzlerine vuruyorlar, gözleri kanlı yaşlarla doluyordu. İmran “ Hayrola. Bu ne feryat, bu ne hal? Bu yomsuz yıl, kötü alametler mi gösteriyor yoksa?” dedi. Özürler serdederek dediler ki: “Emir Tanrının kaza ve kaderi bizi esir etti.

Her çareye başvurduk, fakat padişahın devleti karadı, düşmanı dünyaya geldi, galip oldu. Geceleyin gökyüzünde o çocuğun yıldızı göründü, bizi kör etti. O peygamberin yıldızı gökte yüceldi, biz de ağlamaya, yıldızlar gibi gözyaşları dökmeye başladık”

İmran , içinden sevindi, fakat zahiren “ Eyvahlar olsun!” diye elini başına vurup, kızgın suratı asık bir halde deliller gibi akılsız ve güya kendini bilmez bir halde müneccimlerin üstüne yürüyüp onlara oyun oynuyordu. “ Padişahımızı aldattınız, hıyanetten, tamahtan vazgeçmediniz.

Onu bu meydana kadar sürükleyip yüzünün suyunu dökünüz, şerefini hiçe saydınız. Ellerinizi, göğüslerinize koyup padişahı dertlerden kurtaracağız diye vaitlerde bulundunuz” dedi. Padişah da bunu duyunca “ Hainler, dedi, ben de sizi asayım da görün. Kendimizi gülünç hallere soktuk, düşmanlara mallar ihsan edip ziyana girdik. Bu gece bütün İsrailoğulları, karılarından uzak kaldılar diye, mal da gitti, şeref de. İşe gelince hiçbir şey olmadı. Bu mudur iyi adamların muaveneti, bu mudur iyi kişinin yapacakları iş?

Yıllardır paralar, libaslar alıyor, ülkelerin servetini rahatça yiyip duruyorsunuz. Bu mu sizin tedbiriniz, bu mu nücum bilginiz? Siz besbedava lokma yiyen hilekar ve şom kişilersiniz. Sizi öldürür, parçalatır, ateşlere atar, burunlarınızı, kulaklarınızı, dudaklarınızı kestirir.

Sizi ateşe odun yapar, yiyip içtiklerinizi fitil, fitil burnunuzdan getiririm.” Müneccimler, secde edip “Padişahım, Şeytan bu sefer bize galebe etti. Fakat yılardır nice belalar defettik. Yaptıklarımıza vehim bile hayran olmakta. Bu sefer tedbirimiz hiçe çıktı. O peygamberin anası gebe kaldı, o ana rahmine düştü.

Düştü ama padişahım, suçumuzu, affettirmek için biz de doğum gününe dikkat ederiz. Bu fırsatı da kaçırmamak, kaza ve kaderin zuhuruna mani olmak için doğacağı günü hesaplayacak gözleyeceğiz. Ey akıllara fikirler, reyinin kulu, kölesi olan padişah, bunu da yapamazsak bizi öldür” derler.

Firavun düşmanları vurup öldüren takdir oku, yayından fırlamasın diye günden güne dokuz ayı sayıp duruyordu. Takdirle savaşa girişen, takdire baskın yapmaya kalkışan, baş aşağı gelir, kendi kanına bulanır. Yer göğe düşmanlığa kalkışırsa çoraklaşır, ölü haline girer .Resim, ressamına pençe vurmaya kalkarsa kendi saçını sakalını yolmuş olur!

Dokuz ay sonra padişah, yine tahtını meydana kurdurup tellallar çağırttı. Tellallar, “ Kadınlar, bütün israiloğullarının kadınları çocuklarıyla meydana gelsinler. Bundan önce erkekler, ihsanlara nail oldular, elbiseler, altınlar elde ettiler. Kadınlar, bu yıl devlet sizin herkes dilediği şeye nail olacak.

Padişah kadınlara elbise verecek, ihsanlar edecek. Çocukların başlarına da altın külahlar koyacak. Padişah diyor ki “Hele bu ay doğanlar yok mu bilhassa onlar ihsanıma, hazinelerime ulaşacaklar” diye bağırdılar. Kadınlar sevindiler çocuklarıyla çıktılar, padişahın otağına kadar gittiler.

Yeni doğurmuş olan her kadın, hileden kahırdan emin bir halde şehirden çıkıp meydan yöneldi. Kadınların hepsi toplanınca erkek çocukları analarının kucaklarından aldılar. Düşman doğmasına, felaket artmasın diye güya ihtiyata riayet ederek başlarını kestiler.

Musa’yı doğurmuş olan İmran ’ın karısına gelince elini, eteğini çekmiş, o kargaşalıktan, o toz dumandan kurtulmuştu. Fakat o alçak Firavun , evlere de hafiye olarak ebeler gönderdi. “ Burada bir çocuk var, anası , ürktüğü, şüphelendiği için meydana gelmedi. Bu sokakta güzel bir kadın var, bir de çocuk doğurmuş fakat pek akıllı pek tedbirli bir kadın” diye kovaladılar. Bunun üzerine memurlar eve gelince Musa’nın anası, Tanrı emriyle Musa’yı tandıra attı. Bilen Tanrıdan kadına “Bu çocuğun aslı Halil’dendir. Ey ateş, soğu yakma emrinin koması yüzünden ateş yakmaz, bir zarar vermez” diye vahiy gelmişti.

Kadın vahiy üzerine Musa’yı ateşe attı, fakat ateş Musa’yı yakmadı. Memurlar bunu görünce meyus olup muratlarına erişmediler, çekilip gittiler. Fakat kovucular, yine bu işi anlayıp, Firavundan birkaç para koparmak için memurlara macerayı anlattılar. O tarafa dönün, pencereden iyice bir bakın dediler.

Musa’nın anasına yine “Çocuğunu suya at, saçını başını yolma, ümitlen itimat et, onu Nil’e at, ben onu yüzü ak olarak sana kavuştururum” diye vahiy geldi. bu sözün sonu gelmez ki. Firavunun bütün hileleri, yakasına paçasına dolaşmaktaydı. o dışarıda yüz binlerce çocuk öldürüyordu. Musa ise evinin içinde baş köşede yetişmekteydi.

O uzağı gören kör Firavun , hilelere sapıp deliliğinden nerede yeni doğmuş bir çocuk varsa öldürtmekteydi. İnatçı firavunun hilesi ejderha idi, bütün alem padişahlarının hilelerini yutmuştu. Fakat ondan daha firavun birisi zuhur etti. Onu da yuttu, hilesini de! O bir ejderha idi, asa da bir ejderha oldu.

Bu onu Tanrı tevfikiyle sömürüp yutuverdi. El üstünde el var. Nereye kadar bu. Ta son erişilecek menzile, ta Tanrıya kadar. Çünkü o öyle bir denizdir ki ne dibi var, ne kıyısı, bütün denizler, ona karşı sele benzer. Hileler tedbirler ejderha ise tek Tanrı önünde hepside hiçtir.

Sözün, buraya gelince yere baş koyup mahvoldu. Doğru yolu Tanrı daha iyi bilir. Firavunda olan yok mu? Sen de var. Fakat senin ejderha kuyusuna hapsedilmiş! Yazıklar olsun bunların hepsi de senin ahvalin. Fakat sen, onları Firavuna isnat etmek istersin. Senin halinden bahsettiler mi canın sıkılır, başkasından bahsettiler mi sana masal gelir.

Lakin nefis seni de harap etmiş bu arkadaşın da seni hikayelerle uzaklara atmakta! Senin ateşine atılan odun atılmamakta, onun gibi fırsat bulamıyorsun sen. Yoksa fırsat bulsan senin ateşin de firavunun ateşi gibi yalımlanır!

Firavun, Musa’ya “ Ey Kelim, sen neden halkı öldürdün, neden halka korku saldın? Halk senden yılgınlığa düştü, kaçışırken ayaklar altında çiğnenip öldü. Hulasa, halk sana düşman kesildi. Sana karşı erkeğin gönlünde de kin var, kadının gönlünde de halkı kendine davet ediyorsun ama iş aks çıktı.

Sana aykırı hareket etmekten başka çareleri kalmadı. Ben de senin şerrinden kaçıyor, sana aşikare karşı durmuyorum ama aleyhine çömlek kaynatıp duruyorum. Beni aldatmayı gönlünden çıkar, arkandan, gölgenden başka kimsenin geleceğini umma. Bir iş becerdim, halkın gönlüne bir korkudur saldım diye mağrur olma.

Bunun gibi yüzlerce iş becersen sonunda yine rüsvay olursun, hor hakir bir hale gelirsin, seninle alay eder, sana gülüşürler. Senin gibi nice hilebazlar varı. Bizim Mısırımız da nihayet rüsvay oldular” dedi.

Musa, Firavuna dedi ki: “Ben Tanrı emrine karışamam. Emreder de kanımı bile dökerse korkum yok. Ben bu alemde rüsvay olayım, buna hem razıyım, hem de şükrederim. Tek hak yanında yüce olayımda. Halka karşı hor hakir olayım, benimle alay etsinler, bana gülsünler. Tanrıya karşı sevgili olayım,o beni istesin, beğensin. Yeter bu bana.

Bunları da söz olsun diye söylüyorum hani. Yoksa tanrı seni yarın kara yüzlülerden edecek, bu muhakkak! Yücelik onundur, onun kullarınındır. Onun nişanesini Adem’le iblisin hikayesini oku da anla! Tanrının zatına nasıl son yoksa hikmetlerine de son yoktur. Aklını başına al da ağzını yum, yaprağı çevir”

Firavun, Musa’ya “ Yaprak bizim elimizde şimdi defter de bizim hükmümüzde, divan da bizim! Bütün bu alem halkı beni seçmiş beni kabul etmiş A Musa, bütün alemde en akıllı sen misin ki? A Musa, sen kendini beğenmiş, almışsın haydi oradan be, kendini az gör, kendine güvenip gururlanma. Dünyanın sihirbazlarını toplayayım da bütün şehre senin bilgisizliğini göstereyim. Fakat bu, bir iki gün içinde olmaz. Bu yaz çağında bana kırk günceğiz mühlet ver” dedi.

Musa dedi ki: “ Bana bu hususta izin yok. Ben bir kulum, sana mühlet vermeye emir almadım. Sen hükümdarın, galipsin, benim yardımcım dostum yok. Fakat Tanrı fermanına tabiim, başka bir şeyle işim yok. Diri oldukça seninle canla başla savaşacağım, ben kulum yardımla, yardımcıyla ne işim var? Tanrının hükmü zuhur edinceye kadar seninle uğraşacağım, her hasmı düşmanından Tanrı ayırır”

Firavun, hayır dedi, mutlaka bir mühlet vermek gerek. Beni aldatıp durma, yel alıp poyraz satma. Bu sırada ulu Tanrıdan Musa’ya “ Ona bol, bol mühlet ver, korkma. Bu kırk gün mühleti, ona gönül rızasıyla ver de çeşit, çeşit hileler düzsün. İstediği gibi çalıp çabalasın. Ben uyumuyorum ki. Ona söyle, hızlı gitsin, fakat yolu ben tuttum, pusuda ben varım.

Onların hilelerini ben birbirine katar, onların arttırdıklarını ben eksiltirim. Su getirirlerse ateş haline sokar, şerbet içerlerse zehir yaparım. Birbirlerine muhabbet bağlasalar sevgilerini yıkar, berbat ederim. Vehimlerine bile gelmeyen şeyleri yaparım ben. Sen korkma, ona uzun bir müddet mühlet ver asker topla, yüzlerce hileler düz de” diye vahiy geldi.

Musa, “ Emir geldi, mühlet sana. Bizden kurtuldun, şimdilik ben yerime gidiyorum” dedi. Musa yola düştü, ejderha da bilgili ve dost bir av köpeği gibi peşine takıldı. Av köpeği gibi kuyruğunu sallayarak gidiyor, ayaklarının altında taşları kum gibi eziyordu. Taşı demiri nefesiyle çekip sömürmekte, demiri apaşikar bir surette ağzında ezip çiğnemekteydi.

Havalanıp burçların üstüne çıkmakta, Rum gürcü herkes ondan kaçmaktaydı. Deve gibi ağzından köpükler saçıyordu. O köpüğün bir katresi kimin üstüne düşse cüzzam illetine tutuluyordu. Dişlerinin gıcırtısı, yürekleri yerinden oynatıyor, kara aslanların bile canları elden gidiyordu.

O seçilmiş peygamber, kavminin yanına varınca ejderhayı boğazından yakaladı, ejderha asa oldu yine. Asya dayandı da dedi ki. Ne şaşılacak şey. Bizim yanımızda güneş, düşmana karşı gece! Ne hayret edilecek şey ki bu ordu, kuşluk güneşiyle dopdolu olan bu alemi görmüyor. Göz de açık, kulak da sonra da bu zeka Tanrının gözbağcılığına hayretteyim!

Ben onlara şaşırıyorum, onlar da bana şaşırıyorlar. Baharın onlar diken,ben yasemin: onlara nice lezzetli şaraplarla dolu kadehler sundum. Fakat onlara kadehteki şerbet taş kesildi. Gül desteleri yaptım, götürdüm, her gül, diken oldu, şerbet zehire döndü. Bu kendisinden geçenlerin oldukça nasıl meydana çıkar?

Yanımızda uyanık bir uyur gerek ki uyanıkken rüyalar görsün! Halkın düşüncelere dalması bu güzelim uykunun düşmanıdır. Halk düşünceleri yatışmasını uyumasın diye bu güzelim uykunun boğazını sıkar. Bir hayret lazım ki düşünceleri silip süpürsün, hayret, fikirleri de yok eder, zikirleri!

Hüner ve marifette kim daha kamilse mana bakımından artta sureta ileridedir. Tanrı “ Geri dönenler” dedi. Geri dönmek sürünün yazıdan gelip ağıla gitmesine benzer. Sürü, yazıdan dönüp geldi mi giderken en önde olan keçi artta kalır. Giderken geride kalan topal keçiye gelince suratı asıkları bile güldürecek bir halde öne düşer.

Bu kavim laf olsun diye topal olmadılar ya, öğünmeyi terk ettiler de arı satın aldılar. Bu kavim, hacca ayakları kırık olduğu halde topallaya, topallaya giderler. Sıkıntıdan kurtuluşa gizli bir yol vardır. Bu tarife gönüllerini bilgilerden yıkayıp arıtmışlardır. Çünkü bu yol, zahiri bilgiyi tanımaz.

Bu yolda, aslı o alemden olan bir bilgi gerek. Zira her feri, aslında yol gösterir. Her kanat, denizi aşacak kudrete nereden sahip olacak?Tanrı bilgisi gerek ki insanı Tanrıya ulaştırsın. Şu halde adama sonunda gönülden silinip arıtılması lazım olan bilgiyi neye öğretirsin? Öyleyse bu alemde ileri gitmeye heves etme, topal ol da geri dönerken en öne düş. Ey nazik adam, ileri giden son gelenlerden ol. Taze ve turfanda meyve ağaca nazaran daha ileridedir. Derecesi de daha üstündür. Gerçi meyve ağaçtan sonra vücuda gelir, fakat hakikatte evvel odur, çünkü ağaçtan maksat odur.

Melekler gibi “ Bizim bilgimiz yok de , de “ Ancak seni bildirdiğin bilgiyi biliriz” sırrı elini tutsun. Bu mektep de hecelemeyi bilmezsen Ahmed gibi akıl ve irfan nuriyle dolarsın. Şehirlerde ad san sahibi olmazsan, Tanrı kullarının halini daha iyi bilir ya, kaybolmazsın, merak etme. Ayın definesini bilinmeyen viranelere gizlerler?

Hiç defineyi bilinen yere koyarlar mı? İşte kurtulmanın, halas olmanın da zahmet ve meşakkatlerde gizlenmesi buna benzer. Burada hatıra birçok şüpheler, tereddütler gelebilir ama iyi at, kösteklerini kırar, bukağıdan kurtuluverir. Onun sevgisi, şüphe ve tereddütleri yakan bir ateştir.

Gündüzün nuru, bütün hayalleri siler süpürür. Ey Tanrı rızasını elde eden, bu sula, sana o taraftan geldi, cevabını da o taraftan ara. Gönlün köşesiz köşe yok mu? İşte o bucak, padişaha varan bir yoldur. Gönlün doğudan da olmayan, batıdan da olmayan aydınlığı, tek bir aydan meydana gelir.

Ey mana dağı, sen yoksullar gibi bu tarafa o tarafta neden ses arayıp durursun. Derde düşünce iki büklüm olup “ Yarabbi” diye yalvardığın taraf yok mu, bu sesi de o tarafta ara. Dert ve ölüm zamanı o tarafa yönelir, feryat ve figana düşersin. Dertten kurtulunca neden yabancıya dönüyor, hiç o tarafı aklına bile getirmiyorsun?

Mihnet zamanında “ Allah” demeye başlar, sıkıntın geçti mi “ Nerede ona yol ?” dersin. Bu hal, şundan ileri geliyor: “ Tanrıyı şeksiz, şüphesiz bilen, tanıyan, daima onu anlar, ondan hiç ayrılmaz. Fakat akıl ve şüphesiz bilen, tanıyan daima onu anlar, ondan hiç ayrılmaz.

Fakat akıl ve şüphe hicaplarında kalan kişiye Tanrı tecellisi, gah örtülür, gah yenini, yakasını yırtıp görünür. Aklı cüzi gah üstündür, gah baş aşağı ,aklı külli ise bütün hadiselerden kurtulmuştur, emindir. Akılla hüneri sat da hayreti satın al. Oğul, horluğa doğru git, Buhara ya değil!

Biz neyse bu derece de söze daldık? Hikaye söyleyelim derken hikaye olduk gitti. Ben yokum zaten ağlayıp, ağlayıp sızlayarak masal oldum gitti. Bu suretle secde edenler arasına katılayım, onlarla beraber yuvarlanayım bari. İş bilen, söz anlayan adama bu söz, hikaye değil. Halimi anlatıyorum ben, sevgilinin huzurundayım ben!

Asi, bunlar önce gelip geçenlere ait aslı yok masallar dedi ya. Kuran hakkında söylenen bu söz, nifak eseridir. İçinde Tanrı nuru olan Lamekan aleminde nerede geçmiş, nerede gelecek, nerede hal, geçmiş, gelecek, sana göredir. Yıksa hakikatte ikisi de birdir. Fakat sen iki sanırsın.

Bir adam, onun babasıdır, bizim oğlumuz, Zeydin altında olan dam, Amr’ın üstündedir. Damın altta, üstte oluşu, o iki adama göredir. Hakikatteyse dam tek bir şeydir, işte o kadar! Bu söz, onun misli değildir, bir misaldir ancak, eski harfler, yeni manayı ifade edemez ki. Ey tulum, burası madem ki ırmak kıyısı değil, ağzını kapat. Bu şeker denizinin ne kıyısı var, ne kenarı!

Musa, dönüp firavun kalınca bütün rey ve tedbir sahiplerini danışmak üzere çağırdı. Bizim de sihirbazlarımız var. Her birisi sihirde tek, bütün sihirbazlar onlara uymakta” dediler. Padişahın, Mısır sultanı olan Firavunun Mısır civarındaki bütün sihirbazları çağırmasını kararlaştırdılar.

Firavun hemen bütün sihirbazların toplanması için etrafa bir hayli adam gönderdi. Nerede ünlü bir büyücü varsa gelmesi için on haberci yolladı. İki genç vardı ki büyü de pek şöhret bulmuşlardı. Sihirleri aya bile tesir ederdi. Aydan apaşikar süt sağarlar, bir yere gidecekleri vakit küplere binip giderler.

Ay ışığını bez şekline sokup ölçer, biçer satarlardı. Müşteri, para verip alır. Sonra anlayınca eyvahlar olsun deyip hayıflanmaya, yüzüne vurmaya başlardı. Onların, buna benzer nice sihirleri vardı ki herkes apaçık görür dururdu. Onlara da “ Padişah şimdi sizden bir çare aramakta. İki yoksul adam gelip padişahın köşkü önüne otağ kurdu.

Bir sopadan başka bir şeyleri yok. Fakat emirleriyle ejderha oluyor. Padişah da çaresiz kaldı, ordusu da. Bu iki kişinin elinden hepsi feryad ve figana geldi. bir çare bulmanız için bu kulunu size gönderdi. Size haber gönderip buyuruyor ki: bunları defetmek için bir çare bulun.

Karşılık olarak size hesapsız hazineler bağışlayacak” diye haber gönderdi, bu haberi duyunca iki büyücünün de gönüllerine hem korku düştü, hem sevgi. Cinsiyet damarı atmağa başladı, ikisi de hayretlerinden başlarını dizlerine koydular. Sofinin meşk yeri dizidir. Müşkülünü halletmek hususunda iki diz, adeta sihirbazdır.

O iki büyücü, bu haberi alıp hayrete daldıktan sonra annelerine “ Anne, babamızın mezarı nerede? Bize göster” dediler. Anneleri, onlara rehberlik etti, babalarının mezarını gösterdi. Üç gün Tanrı rızası için oruç tuttular. Sonra “ Baba, padişah korkmuş, bize emir göndermiş.

İki adam, onu sıkıştırmış, ordusunun önünde şerefine, haysiyetine dokunmuş. Onların ne silahları var, ne askerleri. Bir tek asaları var ama o asa da kıyametler koparıyormuş. Sen zahiren toprakta yatıp uyuyorsun ama hakikatte doğrular ülkesine gitmişsin. Eğer onların yaptıkları sihirse bize haber ver.

Canım babacığımız, onlar Tanrı eriyse, yaptıkları iş Tanrıdansa yine bildir. De onlara uyalım, secde edelim, kendimizi bir kimyaya atalım ( da halis altın olalım). Ümidi kesilmiş biçareleriz. Bize bir ümit ver Tanrı tapısından sürülmüşleriz, bizi o tapıya yine onun keremi çekti” diye yalvardılar.

Babaları, onlara rüyalarında dedi ki: “Oğullarım bunu açıkça söylemeye imkan yok. Apaçık ve olduğu gibi söylememe izin yok. Ama bu sır, uzak değil gözümün önünde. Size bir nişane göstereyim de gizli şey aşikar olsun. Gözlerimin nurları, oraya varın da onun uyumakta olduğu yeri anlayın. O hakikat sahibi uyurken korkmayın asayı almayı kalkışın.

Eğer çalabilirseniz o sihirbazın biridir. Sihirbaza karşı çare bulmayı bilirsiniz siz. Yok eğer çalışmasanız aman ha aman. Kendinize gelin, o Tanrı eridir. Ululuk sahibi ve hidayet verici Tanrının elçisidir. Yeryüzü doğudan batıya kadar Firavunla dolsa savaş zamanı Tanrı, yine onu üstün eder. Firavun baş aşağı gelir.

Babalarının canı yavrucuklarım, bu doğru nişaneyi verdim işte. Buna göre iş yapın, Tanrı doğrusunu daha iyi bilir. Yavrularım, sihirbaz uyuyunca sihrinin, hilesinin hükmü kalmaz. Çoban uyudu mu kurt emin olur. Çoban uykuya daldı mı dikkati elden gider. Fakat bir hayvana Tanrı çobanlık ederse kurt, oraya nereden yol bulur, onu kapmayı nasıl umabilir?

Hakk’ın yaptığı sihir, haktır, yerindedir. O yerli yerinde olan şeye sihirbazlık demek hatadır. Babalarının canı yavrular, bu keskin bir nişanedir. O peygamber, zahiren ölse bile tanrı yine onu yüceltir, kadrini yükseltir.

Tanrının lütufları, Mustafa’ya vaitlerde bulundu da dedi ki “ sen ölsen bile bu din, bu iman ölmez. Senin kitabını, mucizeni ben yüceltirim. Kurandan bir şey eksiltmeye, ona bir şey katmaya yeltenen kişiye ban mani olurum. Ben seni iki cihanda da korurum. Sözünü kınayanları terk eder, onları hor hakir bir hale korum.

Hiç kimse kuranı değiştirmeye kudret bulamaz ona ne bir şey ilave edebilirler, ne ondan bir şey eksiltebilirler. Sen benden daha iyi başka bir koruyucu arama! Senin parlaklığın gün geçtikçe artırır, adını altınlara, gümüşlere bastırırım. Senin için mimberler, mihraplar kurdururum.

Ben, seni öyle seviyorum ki senin kahrın, benim demektir. Şimdi adını korkudan gizlice söylüyorlar, namaz kılacakları zaman gizleniyorlar. Melun kafirlerin korkusundan dinin mağaralarda gizili kalıyor ya. Bütün alemi minarelerle dolduracağım, asilerin gözlerini kör edeceğim ben.

Kulların şehirler alacak mevkiler bulacak. Dinin balıktan aya kadar her tarafı kaplayacak, ey Peygamberimiz, sen sihirbaz değilsin, doğrusun sen de Musa’nın giydiği elbiseyi giymişsin, sen de onun gibi bir Peygambersin. Kuranın Musa’nın asasına benzer küfürleri ejderha gibi sömürüp yutar.

Sen toprak altında uyursun ama o tertemiz söz asa gibi her şeye agahtır. Kast edenlerin elleri o asaya ulaşamaz. Uyu ey padişah uyu uykun mübarek olsun! Bedenin uyur ama nurun göklere ağar, düşmanlarını kahretmek için okunu kur, yayını ger. Felsefeci, aleyhine söylenmeye yeltenir ama nurunun oku ağzını oklar, onu susturur.”

Hakikaten de öyle oldu, hatta bu vaitten de üstün şeyler vücuda geldi. o uyudu, fakat bahtı, ikbali uyumadı. Babalarının canı yavrularım, sihirbaz uyudu mu işinin parlaklığı gider, sihrinin tesiri kalmaz.” Bu sözleri duyup uyandılar, ikisi de kabri öpüp o ulu savaş için Mısır’a hareket ettiler.

Mısır’a varınca Musa’yı, Musa’nın evini aramaya başladılar. Onların Mısır’a geldikleri gün de Musa tesadüfen bir hurma ağacının altında uyumaktaydı. Sordukları adamlar onlara “ Varın hurmalıkta arayın” dediler. Hurmalığa geldikleri zaman bir de baktılar ki hurma fidanlarının dibinde bir uyuyan var, fakat cihanın uyanığı!

Naz ederek baş gözlerini yummuş ama arş de gözlerinin önünde, ferş de! Gözleri açık, fakat gönlü uykuda nice adamlar var. Zaten su ve toprak ehli olanın gözü ne görebilir ki? Fakat gönlü uyanık olanın baş gözü uyusa bile gönlünde yüzlerce göz açılır. Gönül ehli değilsen uyanık ol, uyuma. Bir gönül işte, mücadeleye giriş.

Gönlün uyandın mı güzelce uyu. Gayri gözünden ne yedi kat gök kaybolur, ne altı cihet! Peygamber “ Gözüm uyur ama kalbim nasıl uyur, buna imkan mı var?” dedi. Bekçi farz et ki uyumuş fakat padişah uyanık ya, gönül gözleri açık olduğu halde uyuyanlara can feda!

Ey manevi er, gönül uyanıklığını anlatmaya kalkışsam binlerce mesneviye sığmaz. Sihirbazlar, Musa’yı sırt üstü yatmış görünce asayı çalmaya kalkıştılar. Hemencecik asayı çalmak için Musa’nın ardından gidecekler, sopayı kapıvereceklerdi. Onlar, azıcık yürüyüp bu işe niyetlenir niyetlenmez asa titremeye başladı.

Öyle bir titremeye başladı ki her ikisi de korkudan yerlerinde katılıp kaldılar. Sonra asa ejderha oldu, onlara saldırdı, ikisi de sapsarı kesilip kaçmaya başladılar. Korkudan her inişte sendeleyip yuvarlanarak yüz üstü düşüyorlar, kalkıp yine kaçmaya çalışıyorlardı. Katiyetle anladılar ki bu iş Tanrı işi, sihirbazların harcı değil bu!

Korkularından adeta sıtmaya, hummaya tutulmuş gibi titriyorlardı; ölüm haline gelmişlerdi. Yaptıkları işten dolayı özür dilemek üzere Musa’ya bir adam gönderdiler. “ Evvelce sana hasat ediyor, seni kıskanıyorduk, o yüzden sınadık, yoksa seni sınamak kimin haddine düşmüş?

Sen bir Padişahsın, senin yanında biz mücrimiz bizi affet ey Tanrı dergahı haslarının hası! Diye ricada bulundular. Musa onları affetti, derhal iyileştiler, sıhhat buldular, Musa’nın önünde yere secde ettiler. Musa dedi ki: “ Ey ulular, sizi affettim. Cehennem teninize haram oldu, canınıza da.

Ey dostlar, ben sizi görmemiş olayım, siz de beni görmemiş gibi davranın. Kalben aşina, fakat zahiren yabancı bir halde padişahın huzuruna benimle savaşmaya gelin!” bunun üzerine sihirbazlar yeri öpüp gittiler, çağırıldıkları zamanı ve fırsat vaktini gözetmeye koyuldular.

Sihirbazlar Firavunun huzuruna geldiler. Firavun onlara bir çok ihsanlarda bulundu, elbiseler veri. Onlara daha bir hayli ihsanlarda bulunacağına dair vaitlerde bulundu, önceden de kullar, atlar, ağır ve değerli şeyler, yiyecek ve içecek verdi. Ondan sonra:

“ Ey devletimle ileri giden kişiler, imtihandan galip gelirseniz, size o derecede ihsanlarda bulunacağım ki cömertlik de utanacak” dedi. Sihirbazlar da cevaben dediler ki: “ Padişahın sayesinde galebe edeceğiz, düşmanın bitik bir hale gelecek. Biz bu fende saflar bozan yiğitleriz alemde kimse bizimle başa çıkamaz.”

Musa’nın anılışı, hatırları oraya bağlıyor, bu hikayeler evvelce olup biten şeylere aittir zannını veriyor. Halbuki Musa’yı anmamız işi gizlemek için yoksa Musa’nın nuru, ey iyi adam, senin bugün elinde. Musa da sende, Firavun da. Bu iki düşmanı da kendindin de ara sen. Musa, kıyamete kadar vardır. Nuru hep o nurdur, başka nur değil. Değişen yalnız kandildir.

Bu kandille fitil başka, fakat nuru başka nur değil, hep o alemden. Kandile bakarsan kayboldun gitti. Çünkü ikilik ve sayıya sığış, kandile göredir. Fakat nura baktın mı ikilikten de , önü sonu bulunan cisim aleminin sayısında da kurtulursun. Ey varlık hulasası, müminle Mecusi ve Yahudi’nin birbirlerine aykırılığı, hep bakış, görüş yüzündendir.

KAYNAK : http://www.msxlabs.org

***************

İKTİBAS kategorisinde yayınlandı. Leave a Comment »

20 YILDIR OĞLUNU GÖRME UMUDUYLA BEKLİYOR/KUMRU HABERCİ GAZETESİNİN HABERİ

İlçemiz Divanitürk Köyünden ve Samur Mahallesi Ayvalı caddesinde ikamet eden Osman Okkalı(68)doğumdan ölen eşi Dudu’dan olan oğlunu 20 yıldır görmek arzusuyla bekliyor.
Eşinin 1988 yılında doğum yaptıktan sonra ölmesi ile yetim kalan oğlunu bakamadığından önce çocuk esirgeme kurumuna vermek istemiş, kadro dolu olduğundan kabul edilmemesinin ardından bir yakınlarının yardımı’yla çocuğu olmayan İstanbul’daki bir aileye evlatlık verilmiş.Aradan geçen yirmi yıldır oğlunu hiç görmeyen Osman Okkalı, “yaşlandım,belki de son anlarım,bir kez olsun çocuğumu dünya gözü ile görmek istiyorum.Geri alma niyetim ve bakacak gücüm kesinlikle yok. Sadece ve sadece yüzünü görmek istiyorum. Defalarca aileye ulaştım.İstanbul Bayrampaşa Altıtepsi mahallesinde ikamet ediyorlar. Her defasında bana çocuğumu göstermediler. Kızım ve damadım bir televizyon proğramına çıkarak onu oraya davet ettiler getirmediler ve program olmadı.Kumru İlçesinde İkamet ediyorum.
Yaşlandım. evim kira,kendim küçük çaplı sepet yaparak ve yardımlarla geçiniyorum.Bir kez olsun oğlumu görmek istiyorum.Yüreğim yanıyor.”diyerek ilgililerden yardım beklediğini söyledi.
KAYNAK : KUMRU HABERCİ
HABERLER kategorisinde yayınlandı. Leave a Comment »

MÜFTÜLÜKTEN CAMİLER HAFTASINDA NAMAZ KONULU PANEL/KUMRU HABERCİ GAZETESİNİN HABERİ

1-7 EKİM TARİHLERİ ARASINDA Camiler ve Din Görevlileri haftası olması sebebiyle İlçemiz Müftülüğünce “Namaz” Konulu panel düzenlendi.
Erçal Kültür Sarayında Düzenlenen panele Namaz platformundan Dr.Kerim Buladı,Abdullah Yıldız ve Ahmet Bulut hocalar katıldı.Saat 18.30 da başlayan panele Kumrulular Kültür Sarayını doldurarak bu tür çalışmalara ne kadar istekli oldukların8ı gösterdiler.
P anel saygı duruşu ve İstiklal marşının okunmasından sonra Kur’anı-ıKerim tilavetiyle başladı.Akabinde İlçe Müftüsü Abdullah Pamuklu Açılış konuşmasını yaparak paneli başlattı.
Panelde ilk sözü Ahmet Bulut hoca aldı ve başladı namaz ve namaz kılmak üzereine konularına.Sırassıyla Dr.Kerim Buladı ve Abdullah Yıldız Hoca tüm panel boyunca namaz ve namazın önemi ve eksikliğinde insan yaşamında nelerin değiştiğini anlattı.Yaklaşık üç saat süren panel sonunda Hocalar Namaz ve diğer dini konularında yazılmış birbirinden güzel kitaplarını yoğun bir ilgi karşısında imzaladılar.
Tören sonunda Bu hafta ile ilgili Din görevlileri,muhtar ve vatandaşlara teşekkür belgeleri verildi. Panele Kumru Belediye Başkanı Ticabi Civelek,İlçe Emniyet Amiri İbrahim Etem Öztürk,İl Genel Meclisi Üyeleri İsmet Erçal,Cemal Salgut,Ak Parti İlçe Başkanı Hamza Karar,Özel İdare Müdürü Tahsin Erhan,İlçe Milli Eğitim Müdürü Abdulkadir Hocaoğlu,Mal Müdürlüğü Şefi Fazıl Arıkan,Öğretmenevi Müdürü Bekir Akkaya,Esnaf Kefalet Kooperatifi Başkanı Namık Evin,memur ve vatandaşlar katıldı.
KAYNAK : KUMRU HABERCİ GAZETESİ
HABERLER kategorisinde yayınlandı. Leave a Comment »

Hali Bilgü Vefat Etti

Fizme-Karapınar Mahallesinden Halilefendioğullarından İsmail Bilgü’nün oğullarından Halil Bilgü uzun süredir böbreklerinden tedavi görüyordu. Bugece (20 Ekim Pazar) sabaha karşı vefat etmiştir. Allah’tan rahmet yakınlarına sabırlar diliyoruz…KUMRU HABER/KUMRU
HABERLER kategorisinde yayınlandı. 1 Comment »

SEN BENİM GURURUMSUN (şiir)/ İSMET ERÇAL

Gözlerimle gözlüyorum
Aşkımı özlüyorum
Her an içimdesin
Seni çok seviyorum.

Sen benim gururumsun
Kalbimde durumusun
Benim gönlüm açıktır.
Lütfen buyurur musun.

Bana yay yan bakıyorsun
İçerimi yakıyorsun
Gel serinlet beni.
Nereye kaçıyorsun…

Sen benim gururumsun
Gönlümde durumusun
Benim gönlüm açıktır.
Lütfen buyurur musun.

18.10.2009*İSMET ERÇAL/KUMRU

ŞİİR kategorisinde yayınlandı. Leave a Comment »