BAL TUTANLAR…/ABDULLAH ÖZBEK/http://www.abdullahozbek.org/


Basında nerdeyse her gün, çeşit çeşit yolsuzluk ve hırsızlık haberleri yer alıyor. Biteceğine dair ufukta bir işaret de gözükmüyor. Öyle sanıyorum ki bu gidişle, insanlar bunu kanıksar bir duruma gelecek.

Nerden anlıyoruz bunu?

İşte kamu vicdanından yansıyan bazı ifadeler:

Her iktidar kendi hırsızını yetiştiriyor. Çalmayan çırpmayan yok. Herkes bir yolunu bulup çalıyor. Yiyor; ama iş yapıyor. Doğru dürüst olan kişiler sistemi tıkıyor.

Objektif bir gözle bakılırsa bu düpedüz, toplumun savunma mekanizmalarının felç olması demektir. Yoksa bu yönde insanımıza karşı, plânlı bir psikolojik harekât mı uygulanıyor? Ya da topyekûn hipnoza mı tabi tutuluyoruz?

Tamam, bal tutanlar parmağını yalıyor. Başkalarına güzel şeyler dağıtmakla görevli olanlar, bu dağıttıklarından az çok kendisi de yararlanıyor. Yoksa adam bal dağıtmaz. En azından öyle bir kanaat var. Ve buna karşı çıkan pek olmuyor. Ortada sadece tek bir temenni var.

Yalamasını yalasın; yalnız küpü tepesine geçirmesin!..

Ne var ki bizde öyle olmuyor.

Adam küpü bitiriyor; sonra da kalanı yalıyor. Bakanlara ve karşı çıkanlara da dişini gösteriyor.

Tabiî ki bu dişler çok farklı… İktidarına, devrine ve ortamına göre anında değiştirilen cinsten… Belki görünen ve resmi çekilen kısım sadece burası.

Sonra düşündüm ki, bu bal ve parmak ilişkisinin halkın muhayyilesinde temel bir mantığı olsa gerek. Nitekim av yapan köpeklere de, az da olsa, yakaladıkları avdan bir miktar verirler.[1] Yalnız bu verilen kısım, bildiğim kadarıyla, baş kısmının yüzülmesiyle ortaya çıkan deri altı eti ve kemiğindendir. Üstelik bu işlem, köpeğin gözleri önünde yapılır. Ve köpek, bunu tek başına yapamayacağına, iyi bir eğitimden geçirilerek inandırılır. Tam güven telkin ettiğinde de ava salınır.

Buna benzer bir atasözümüz daha var.

Harman döven öküzün ağzı bağlanmaz.

Çocukluğumda harman ve öküz ilişkisini bizzat gözlemlemiş birisiyim.

Adam kendi harmanını yapıyorsa, genelde öküzlerin ağzını bağlıyor. Şayet harman başkasınınsa, o zaman işler değişiyor. Değil ağzını bağlamak, elinden gelse, öküzlerine bir iki yerden daha ağız açacak!

Bir de şu var.

Öküzün bir de kirletme mekanizması var. Burada da durum aynı. Kendi harmanı ise, kirletmemesi için bütün tedbirleri alıyor. Ama başkasının harmanı ise, “sal gitsin” anlayışıyla hareket ediyor. Nasılsa suçu öküze atmak kolay. Öküzlükleri fark eden bir halk da zaten yok!

Yine hazine bulan kişilere de, bu atasözlerindeki anlayış gereği, belirli bir miktar, bulduğu nesneden verilir. Maden vb. değerli nesneleri bulanlar için de aynı kural geçerlidir.

Bu konuda temel sorulardan birisi şudur:

Bu taksim işini kim yapacak?

Elbette ki kişinin kendisi bunu yapamaz. Mutlaka yetkili ve etkili bir güce ihtiyaç vardır. Aksi takdirde işin içinden çıkılmaz.

Meselâ İslâmî bir toplumda stratejik bir vergi olan zekâtın verildiği yerlerden birisi de, resmi olarak zekât toplama görevi yapan (tahsildar) memurlardır. Ama memur, kendisi kalkıp da topladığından bir şey alamaz.

Ne olur, alırsa?

Yer yerinden oynar!

Hz. Peygamber döneminde, devlet adına bu zekâtı toplayan memurlardan birisi, kendisine verilen bir hediyeyi kabul ediyor. Ama Hz. Peygamber, Müslüman’dır / ashaptandır diye olayın üstünü kapatmıyor. Hatta halkın gözü önünde şöyle bir ihtarda bulunuyor:

Ya zekât memuru olmasaydın da (bu hediyeyi) verselerdi ya! [2]

İşte bütün mesele burada. Hz. Peygamber, bu hediyenin “rüşvet” anlamına geldiğini ve boşu boşuna verilmediğini gayet iyi biliyor.

Daha birkaç ay önce, önemli iş adamı olan bir arkadaşım, bu konuda şöyle bir problemi dile getirdi:

Mal almaya gittiğimizde, daha hesapları yapmadan ve faturaya geçirilmeden, insana güzel bir yemek yediriyorlar. Gerisini siz anlayın!

Evet, yemek? Pek çok alanda kötülüklerin aracı olan yemek! Hele bir de insanın buna karşı zaafı varsa.

Bir keresinde, bir hastanede başhekim olarak çalışan bir doktorla, bu hediyeleşme meselesi üzerinde fikir alış verişi yapıyorduk. Sohbet esnasında, ilaç mümessillerinin doktorlara verdiği ufak tefek şeylerden tutunuz, medikal malzeme satan büyük holdinglerin sağladığı imkânlara kadar hiçbir hediyenin karşılıksız olmadığını söylemişti.

Bir de bu karşılığın masum insanlara nasıl yansıdığını sizler düşününüz!..

Bir zamanlar ilköğretim okullarında, sanki kitaplar yetmezmiş gibi, bir de “ünite dergileri” öğretmenler tarafından mecbur tutulurdu.

Ne anlama geliyordu, bu?

Bu dergiyi çıkaranlar, bir kısım okul idarecilerini ve öğretmenleri hediyeye boğarmış. Bunu pek çok okul yöneticisi ve öğretmenden defalarca dinledim.

Önemli bir şehirde, çoğunlukla varlıklı ve önemli sayılan kişilerin çocuklarının öğrenim gördüğü bir ilköğretim okulunun müdürü, bir sohbet esnasında şöyle demişti:

Hocam! Ben öyle bir adam değilim, yoksa. İstesek, elimizi velilerin cebinden çıkarmayız. Öyle yollar var ki. Aklınız şaşar.

Ve ardından, bir sürü yollarla insanların nasıl soyulduğunu anlatmaya başladı. Hem de teşekkürlerini alarak yapıyorlarmış bu işi!.. “İyi ki soyuyorsunuz” dedirtircesine!..

Bu konuda bayağı tecrübesi vardı. Hele, şu rüşvetin adının “hediyeleşme” olduğunu öyle bir anlattı ki.

Sunuda, dediği gibi, gerçekten benim de aklım şaştı! Hala da şaşmaya devam eder.

O gün bu gündür, hayatın pek çok alanı üzerinde gözlem yapıp ilgililerle konuşmaya çalıştım. Nerdeyse bütün kurumlar ve kuruluşların, kenarından köşesinden bu işe bulaştırılmış olduğunu gördüm.

Bulaşmayanlar hiç mi yok?

Elbette var. Ama halk bunlardan da şüpheleniyor. İşin en vahim tarafı da bu.

Öyle görünüyor ki, böyle bir anlayışın olduğu yerde, kurunun yanı sıra yaş da yanıyor. Onun içindir ki Kur’an bu konuya dikkat çeker.[3]

Bu araştırmaları yapmaktaki gayeme gelince.

Şüphesiz, sineklerin ürediği bataklığı keşfetmek ve çareler üzerinde kafa yormak. Sonra da, ilgilenenlerle bunları paylaşmak. Çünkü başımızı alıp gideceğimiz başka bir vatanımız yok. Bütün mesele, gemiyi batmaktan kurtarmak ve delmeye çalışanlara fırsat vermemek. Tabiî ki imkân nispetinde.

Gücünüze göre, “bu işte ben de varım” diyebiliyor musunuz? Asıl lazım olan, bu duygunun ölmemesi..

Başka ne diyeyim!..

Gerisini sizler daha iyi bilirsiniz!

Aklınız var, fikriniz var. Hem de herkesten daha çok!

kaynakça:

[1] Dilimizde “köpek” kelimesi “sadık, dost” anlamına gelmektedir. Ne yazık ki zamanla anlam kaymasına uğramış, “aşağılık, adi, bayağı” gibi kelimeleri çağrıştıracak şekilde kullanılmaya başlamıştır.

[2] Bak. Buhârî, Zekât, 67; Hibe 17; Ahkâm, 24, 41; Hıyel, 15; Müslim, İmâre, 26, 27, 28; Ebû Dâvûd, İmâre, II; Ahmed b. Hanbel, Sünen, 5, s, 423).

[3] Kur’an, Enfal, 8/25. Âyetin anlamı şöyledir: “Aranızdan yalnızca hâinlik yapanlara ulaşmakla kalmayacak bir kötülükten sakının ve bilin ki, evet, Allah’ın kovuşturması çetindir.”

KAYNAK:http://www.abdullahozbek.org/

*************

Prof. Dr. Abdullah ÖZBEK kategorisinde yayınlandı. Leave a Comment »

Yorum bırakın