Ordu – Kumru – Korgan – Gölköy – Çamaş’ta namaz heyecanı /ABDULLAH YILDIZ/VAKİT GAZETESİ


Hafta sonunda Namaz Gönüllüleri olarak Ordu’nun sırasıyla Kumru, Gölköy, Korgan ve Çamaş ilçelerinde ‘Namazla Diriliş’ heyecanını, sayıları bini aşan kardeşimizle birlikte yaşadık, hamdolsun.
Ordu’nun iç kesimlerinde yer alan bu bölgede üç gün boyunca dere-tepe dolaşıp; hem Rabbimizin lûtfu olan harika coğrafi güzelliklerle, hem de o coğrafi güzellikleri yüreklerine yansıtan güzel insanlarla tanıştık, konuştuk, namazın, caminin, cemaatin, Kur’ân’ın, İslâm’ın güzelliklerini paylaştık, doyasıya.

Namaz Gönüllüleri Platformu’nun, kuruluş aşamasından başlayarak yükünü omuzlayan üç-beş öncüsünden biri olan sevgili Dr.Kerim Buladı hocamızın önayak olması ile, kendi doğup-büyüdüğü diyarlarda “namaz bilinci”ni canlandırmak, namaza, camiye ve cemaate ilgiyi artırmak için yaptığımız dört program, “Camiler ve Din Görevlileri Haftası” dolayısıyla icra edildi. Organizasyonda merkezi rolü Kumru Müftülüğü ve gayretli personeli üstlendi. Kumru Müftüsü Abdullah Pamuklu Hocamız başta olmak üzere, Çamaş Müftüsü Muhsin Özdemir, Korgan Müftüsü Hıdır Sarıgül ve Gölköy Müftüsü Cemal Uzun hocalarımızın samimi çalışmaları, doğrusu takdire şayandı. Bölgedeki müftülerimizin, vaizlerimizin, imam-hatiplerimizin oldukça uyumlu ve ihlaslı çabaları oranında mütevazı salonlarda yapılan toplantılar da samimi ve bereketli geçti elhamdülillah. Emeği geçen herkesten Allah razı olsun.

Namazla Diriliş panellerinin organizasyonunda görev alanlardan ve toplantılarda tanıştığımız güzel insanlardan söz etmeyi, ‘bazılarını unutursam kırılırlar mı?’ endişesi ile uygun bulmuyordum; ama coğrafi güzelliklerinden daha güzel yürekleri olan kardeşlerimizi anmamak da bir haksızlık olur mülahazası ile, bu yazıyı onlara ayırıyorum. (Anmayı unuttuklarım dahil, hepsinden dua istirham ediyorum.)

Daha Ordu’dan Kumru’ya tırmanmadan, yol üstünde ayaküstü de olsa görüşme fırsatı bulduğumuz yeni namaz aşıkları Ümit Bey ve Gülbîn Hanım çiftine, huzurlarının namazla daim olması için dua ettik. Programları bitirip Çarşamba havaalanına dönerken, o gece karanlığında arabanın içinde iken bizi farkeden ve eniştesine ısrar edip bizi durduran yetim kızımız Hatice’nin heyecanı, hepimizi duygulandırdı. Hilal TV’deki “Namazla Diriliş” programının sıkı müdavimi olan yetimimize yürekten dua ediyor, dua diliyorum.

İlk panelimizi Kumru’da icra ettik. Müftü Abdullah Pamuklu ve Vaiz Muhammed Karakuş ile diğer hocaların güzel organizasyonları sonucu Erçallar salonunu dolduran Kumrulular, üç saate yakın süren “Haydi Namaza! Haydi Camiye!” konulu paneli sonuna kadar ilgiyle dinlediler. Bu vesileyle, salonu tahsis eden işadamı sayın İsmet Erçal’a müteşekkiriz. İsmet Bey’in zevkle gezdiğimiz mini müzesi, zengin kültür mirasımızdan hareketle geliştirdiği mimari ürünler ve sıradışı buluşlar, doğrusu hayranlık verici. Yine Kumrulu hayırsever Yüksel Yaylak Bey’in tek başına yaptırdığı İHL, Kur’ân Kursu ve Müftülük binaları ile cami adeta bir külliyeyi andırıyor. Rabbim sayılarını artırsın. Ayrıca, sayın Başkan Ticabi Civelek’in sıcak ilgisini, Öğretmenevi Müdürü Bekir Bey’in filozofik muhabbetini, Müftülük çalışanı Zeki Şengör Bey’in samimi fedakarlığını, Hanımeli Mantı Evi’nin turşu kavurmalı, kuymaklı sabah kahvaltısını… unutmadık.
Ertesi gün, Gölköy ve Korgan’da idik. Her iki toplantıya katılanlar da sonuna kadar programları ilgiyle izlediler. Kumru gibi, bu ilçelerde de Namaz ve Kur’ân aşığı, kitap kurdu genç beyinlerle, bizleri yakından takip eden sıkı okuyucularımızla karşılaşmak, doğrusu hem onur verici hem de taşıdığımız sorumluluğun boyutlarını hatırlatması bakımından anlamlı idi. Veli Cihad Elyak, Gürhan Çokgezen, Sedat Yücel ve diğerlerinin kitap merakları ve Kur’ân merkezli zihnî inşa çabalarını tebrik ediyorum. Ayrıca, Gölköylülerin dere çağıltısı eşliğinde ikram ettikleri, taş değirmende öğütülen mısır unundan yapılma mısır ekmeğini, pancar çorbasını, yoğurt doğramayı unutmamız mümkün değil. Teşekkürler, dualar…

Son programımız Pazar günü Çamaş’ta idi. Minaresi tamam, alt kat hariç gerisi nâtamam büyük camide icra ettiğimiz toplantıya özellikle hanım kardeşlerimizin ilgisi büyüktü. Giresun’un Piraziz ilçesinden çıkıp programa gelen sevgili Yılmaz Turan’la yeğeni Hikmet Gürses ve eşinin coşkulu heyecanları bizleri de etkiledi. Çamaş Müftüsü ile imamların ve müezzinlerin gayretli koşuşturmaları takdire şayandı doğrusu.

Ancak, bölgedeki tüm bu güzelliklerin, birkaç yıllık çalışmalarla ortaya çıktığı düşünülmemeli. Yöredeki İslâmi duyarlılığın temellerini atan manevi mimarların izlerine, hatıralarına rastladık her adım başı. 1990’larda ahirete irtihal eden iki güzel insan: Halil Tatlıgül Hoca ve “Kiraz Hoca” namıyla tanınan Mehmet Akkiraz. Yetiştirdikleri yüzlerce talebe ile, bölgenin en netameli yıllarında, Terzi Fikri’lerin Fatsa ve civarında terör estirdikleri dönemlerde bile, manevi yapıyı ayakta tutmayı başaran mübarek insanlar. Bizler, onların ektiği tohumların yeşermesiyle münbit hale gelen topraklarda icray-ı faaliyet edebiliyorsak, onlara bol bol dua etmeli, rahmet dilemeliyiz. Mekanları cennet olsun. (Onları haftaya yazalım, inşaallah)

Son olarak, bizi köyüne kadar götürüp ikramlarda bulunan Dr. Kerim Buladı hocamıza, ağabeyi Ahmet Bey’e, dayısına, eniştesine, eşlerine ve tüm bu güzellikleri birlikte paylaştığımız can dostum Ahmet Bulut’a dualar ediyor; bölgedeki tüm namaz aşıklarına yürekler dolusu selâm ediyorum. Dualar bekliyorum.

NOT: 25 Ekim Cumartesi akşamı Kayseri; 28 Ekim Salı akşamı Batman’da namaz paneline bekliyoruz. http://www.namazladirilis.com/
KAYNAK :VAKİT GAZETESİ- Abdullah Yıldız /21 EKİM 2008 SALI – Vakitabdullahyildiz@umran.org

**************

İKTİBAS kategorisinde yayınlandı. Leave a Comment »

FİRAVUNUN RÜYASI/http://www.msxlabs.org


Firavunun çalışıp çabalaması, Tanrı ihsanı olan muvaffakiyete ulaşmamıştı. Tanrı muvaffakiyet vermediği için de diktiği yırtılıp sökülüyordu. Hükmünde binlerce müneccim, binlerce düş yorucu, binlerce büyücü vardı. Firavuna rüyasında Musa’nın doğacığını, firavunu ve saltanatını mahvedeceğini göstermişlerdi.
Düş yorucularla müneccimlere “ Bu hayalin, bu kötü rüyanın delalet ettiği şeyi nasıl defetmeli?” dedi. Hepi de dediler ki: “ Bir tedbirde bulunalım, çocuğun doğmasına mani olalım” doğum gecesi gelince Firavun kulları şu tedbiri kabul ettiler, şunu münasip gördüler: o gün İsrail oğullarını erkenden meydana, padişahın huzuruna götüreceklerdi.

“ Ey İsrail oğulları haydin sizi padişah filan yerde huzuruna çağırıyor. Sizi örtüsüz, nikapsız yüzünü gösterecek, sevaba ermek üzere size ihsanlarda bulunacak” diye tellallar bağıracaklardı. Çünkü o esirler, Firavuna hiç yaklaşmazlardı, onu görmelerine izin yoktu.

Hatta yolda ona rastlasalar yüzü koyun yere kapanmaları emredilmişti. Kanun buydu: hiçbir esir, ister vakitli olsun, ister vakitsiz, o padişahın yüzünü göremeyecek. Yolda çavuşların seslerini duydu mu, yüzünü görmemek için duvara dönecekti. Şayet yüzünü görürse mücrim sayılır, başına gelecek en kötü şeyler gelip çatardı. Onlarda görmeleri men edilen o yüzü görmeyi pek isterlerdi. İnsan man edildiği şeye haristir derler.

( tellallar bağırdılar “ esirler meydana doğru koşun. Umulur ki padişahlar padişahı size yüzünü gösterecek. İhsanlarda bulunacak!” israiloğulları bu müjdeyi duyunca padişahın didarına susuz ve müştak olduklarından, hileye inandılar. Süslenip , püslenip o tarafa doğru koştular.

Hani şunun gibi: Burada da hilekar Moğollar, “ Mısırlılardan birini arıyoruz . Mısırlıları bu tarafa toplayın da aradığımızı ele geçirelim” derler. Kim gelirse “ hayır bu değil. Sen geç oracıkta otur”derler de . Bu suretle herkes derlenip toparlandı mı bu hileyle hepsinin boynunu vurular. Onlar, ezan sesi duyunca Tanrı davetçisine uymazlardı ya. Onun şomluğu yüzünden.

Hilekar Moğolların daveti, onları ölüme kadar çekti, sürdü. Akıllı kişi, sakın Şeytanın hilesinden ! Yoksulların, muhtaçların seslerini içesiye duy da hilebaz kişinin sesi kulağını tutup çekmesin! Yoksullar, tamahkar ve kötü huylu adamlarsa bile sen yine gönül sahibini onların içinde ara”

Denizin dibinde inciler, taşlarla karışık olarak bulunur. Övülecek şeyler, ayıplar kusurlar arasında olur. İsrail oğulları coşarak erkenden meydana doğru koştular. Firavun bu hileyle onları meydana götürünce güzelim yüzünü onlara gösterdi. Gönüllerini aldı, ihsanlarda bulundu, vaitler etti.

Ondan sonrada “ Canınız için ne olur. Bu akşam hepiniz bu meydan da kalın, burada yatın uyuyun” dedi. Cevap vererek dediler ki, sana kulluk eder, sözünü dinler hatta dilersen burada bir ay otururuz”

Firavunun, geceleyin “ Bu gece doğum gecesi, fakat hepside karılarından ayrı” diye sevinerek geri döndü. Haznedarı İmran da yanındaydı. Onunla konuşa , konuşa Şehre geldi. ona “ imran, bu gece sen de burada yat, karının yanına gitme onunla buluşma” dedi.

İmran, “ Peki, burada yatarım, senin gönlünün istediği şeyden başka bir şey düşünmem bile” dedi. İmran da İsrail oğullarındandı fakat Firavunun adeta gönüllü , candı. Firavun onun isyan edeceğini, gönlünü korktuğu şeyi yapacağını nereden akıl edecekti?

Firavun gitti, İmran da orada yatıp uyudu. Gece yarısından sonra karısı, onu görmeye geldi. Üstüne kapanıp dudaklarından öpmeye koyuldu. Gece yarısı, onu uykudan uyandırdı. İmran uyanıp karısını gördü. Kadın, hoşuna gitti, dudak dudağa öpüşmeye başladılar. İmran, “ Bu zamanda nasıl geldin dedi?” kadın “Sana iştiyakımdan. Tanrının kaza ve kaderi bu” diye cevap verdi.

İmran, karısını sevgiyle kucakladı kendini tutamadı. Onunla buluştu ve emaneti ona verdi. Sonrada dedi ki: “ Kadın, bu küçük iş değil!” demir taşa çalındı, bir ateştir sıçradı. Hem de öyle bir ateş ki padişahtan da saltanatından öç alıcı, padişaha da, saltanatına da kin güdücü bir ateş.

Ben buluta benziyorum sen yersin Musa’da nebat Tanrı , satranç oyununda şahı sürüyor. Bir yutulduk mu yutulduk! Hanım, yutulmayı da hakiki padişah olan Tanrıdan bil, yutmayı da o işi bizden bilip bize hayıflanma! Firavunun korktuğu şey yok mu ? Seninle buluştum meydana geldi işte!

Sakın bunu kimseye söyleme, gizle de bana da yüzlerce türlü gam gussa gelmesin, sana da. Sonucu, bunun eserlerini meydana çıkar çünkü nazeninin alametleri belirdi! Tam o sırada meydandaki halktan naralar duyulmaya yer gök naralarla dolmaya başladı. Firavun, bu naralardan korkup sıçradı gürültünün ne olduğunu anlamak için yalınayak koştu.

Meydandan gelen ve dehşetinden cinleri ve perileri bile korkutan bu naralar, bu gürültüler nedir anlamak istiyordu. İmran, “ Padişahımızın ömrü uzun olsun İsrailoğulları lütfundan neşeleniyorlar. İhsanlarına seviniyorlar, oynuyorlar, ellerini çırpıyorlar “dedi. Firavun dedi ki” Olabilir. Fakat beni adamakıllı bir vehim bir endişedir kapladı”

Bu gürültü asabını bozdu. “Bu acı dertle, kederle beni kocattı.” Padişah, bütün gece ağrısı tutmuş gebe kadın gibi bir yandan bir yana gidip geliyor. Her an “İmran, bu naralar beni dehşetle yerinden sıçrattı” diyordu. Zavallı İmra’nın kudreti yoktu ki karısıyla buluştuğunu söylesin karısı gebe kalınca gökte Musa’nın yıldızının belirdiğini anlatsın. Her peygamber ana rahmine düşünce yıldızı da gökte zuhur eder, parlamaya başlar.

Kör Firavunun hilelerine, tedbirlerine rağmen gökyüzünde Musa’nın yıldızı belirdi. Sabah olunca İmran’a “ Git de o gürültünün, o patırtının ne olduğunu anla” dedi. İmran meydana koşup “ Bu ne gürültüydü? Padişahlar padişahı uyuyamadı” deyince, her müneccim, yaslılar gibi başı açık, yeni yakası yırtık bir halde toprağı örtü.

Yaslılar gibi sesleri ses veriyor, feryatları ortalığı dolduruyordu. Saçlarını, sakallarını yolup, yüzlerine vuruyorlar, gözleri kanlı yaşlarla doluyordu. İmran “ Hayrola. Bu ne feryat, bu ne hal? Bu yomsuz yıl, kötü alametler mi gösteriyor yoksa?” dedi. Özürler serdederek dediler ki: “Emir Tanrının kaza ve kaderi bizi esir etti.

Her çareye başvurduk, fakat padişahın devleti karadı, düşmanı dünyaya geldi, galip oldu. Geceleyin gökyüzünde o çocuğun yıldızı göründü, bizi kör etti. O peygamberin yıldızı gökte yüceldi, biz de ağlamaya, yıldızlar gibi gözyaşları dökmeye başladık”

İmran , içinden sevindi, fakat zahiren “ Eyvahlar olsun!” diye elini başına vurup, kızgın suratı asık bir halde deliller gibi akılsız ve güya kendini bilmez bir halde müneccimlerin üstüne yürüyüp onlara oyun oynuyordu. “ Padişahımızı aldattınız, hıyanetten, tamahtan vazgeçmediniz.

Onu bu meydana kadar sürükleyip yüzünün suyunu dökünüz, şerefini hiçe saydınız. Ellerinizi, göğüslerinize koyup padişahı dertlerden kurtaracağız diye vaitlerde bulundunuz” dedi. Padişah da bunu duyunca “ Hainler, dedi, ben de sizi asayım da görün. Kendimizi gülünç hallere soktuk, düşmanlara mallar ihsan edip ziyana girdik. Bu gece bütün İsrailoğulları, karılarından uzak kaldılar diye, mal da gitti, şeref de. İşe gelince hiçbir şey olmadı. Bu mudur iyi adamların muaveneti, bu mudur iyi kişinin yapacakları iş?

Yıllardır paralar, libaslar alıyor, ülkelerin servetini rahatça yiyip duruyorsunuz. Bu mu sizin tedbiriniz, bu mu nücum bilginiz? Siz besbedava lokma yiyen hilekar ve şom kişilersiniz. Sizi öldürür, parçalatır, ateşlere atar, burunlarınızı, kulaklarınızı, dudaklarınızı kestirir.

Sizi ateşe odun yapar, yiyip içtiklerinizi fitil, fitil burnunuzdan getiririm.” Müneccimler, secde edip “Padişahım, Şeytan bu sefer bize galebe etti. Fakat yılardır nice belalar defettik. Yaptıklarımıza vehim bile hayran olmakta. Bu sefer tedbirimiz hiçe çıktı. O peygamberin anası gebe kaldı, o ana rahmine düştü.

Düştü ama padişahım, suçumuzu, affettirmek için biz de doğum gününe dikkat ederiz. Bu fırsatı da kaçırmamak, kaza ve kaderin zuhuruna mani olmak için doğacağı günü hesaplayacak gözleyeceğiz. Ey akıllara fikirler, reyinin kulu, kölesi olan padişah, bunu da yapamazsak bizi öldür” derler.

Firavun düşmanları vurup öldüren takdir oku, yayından fırlamasın diye günden güne dokuz ayı sayıp duruyordu. Takdirle savaşa girişen, takdire baskın yapmaya kalkışan, baş aşağı gelir, kendi kanına bulanır. Yer göğe düşmanlığa kalkışırsa çoraklaşır, ölü haline girer .Resim, ressamına pençe vurmaya kalkarsa kendi saçını sakalını yolmuş olur!

Dokuz ay sonra padişah, yine tahtını meydana kurdurup tellallar çağırttı. Tellallar, “ Kadınlar, bütün israiloğullarının kadınları çocuklarıyla meydana gelsinler. Bundan önce erkekler, ihsanlara nail oldular, elbiseler, altınlar elde ettiler. Kadınlar, bu yıl devlet sizin herkes dilediği şeye nail olacak.

Padişah kadınlara elbise verecek, ihsanlar edecek. Çocukların başlarına da altın külahlar koyacak. Padişah diyor ki “Hele bu ay doğanlar yok mu bilhassa onlar ihsanıma, hazinelerime ulaşacaklar” diye bağırdılar. Kadınlar sevindiler çocuklarıyla çıktılar, padişahın otağına kadar gittiler.

Yeni doğurmuş olan her kadın, hileden kahırdan emin bir halde şehirden çıkıp meydan yöneldi. Kadınların hepsi toplanınca erkek çocukları analarının kucaklarından aldılar. Düşman doğmasına, felaket artmasın diye güya ihtiyata riayet ederek başlarını kestiler.

Musa’yı doğurmuş olan İmran ’ın karısına gelince elini, eteğini çekmiş, o kargaşalıktan, o toz dumandan kurtulmuştu. Fakat o alçak Firavun , evlere de hafiye olarak ebeler gönderdi. “ Burada bir çocuk var, anası , ürktüğü, şüphelendiği için meydana gelmedi. Bu sokakta güzel bir kadın var, bir de çocuk doğurmuş fakat pek akıllı pek tedbirli bir kadın” diye kovaladılar. Bunun üzerine memurlar eve gelince Musa’nın anası, Tanrı emriyle Musa’yı tandıra attı. Bilen Tanrıdan kadına “Bu çocuğun aslı Halil’dendir. Ey ateş, soğu yakma emrinin koması yüzünden ateş yakmaz, bir zarar vermez” diye vahiy gelmişti.

Kadın vahiy üzerine Musa’yı ateşe attı, fakat ateş Musa’yı yakmadı. Memurlar bunu görünce meyus olup muratlarına erişmediler, çekilip gittiler. Fakat kovucular, yine bu işi anlayıp, Firavundan birkaç para koparmak için memurlara macerayı anlattılar. O tarafa dönün, pencereden iyice bir bakın dediler.

Musa’nın anasına yine “Çocuğunu suya at, saçını başını yolma, ümitlen itimat et, onu Nil’e at, ben onu yüzü ak olarak sana kavuştururum” diye vahiy geldi. bu sözün sonu gelmez ki. Firavunun bütün hileleri, yakasına paçasına dolaşmaktaydı. o dışarıda yüz binlerce çocuk öldürüyordu. Musa ise evinin içinde baş köşede yetişmekteydi.

O uzağı gören kör Firavun , hilelere sapıp deliliğinden nerede yeni doğmuş bir çocuk varsa öldürtmekteydi. İnatçı firavunun hilesi ejderha idi, bütün alem padişahlarının hilelerini yutmuştu. Fakat ondan daha firavun birisi zuhur etti. Onu da yuttu, hilesini de! O bir ejderha idi, asa da bir ejderha oldu.

Bu onu Tanrı tevfikiyle sömürüp yutuverdi. El üstünde el var. Nereye kadar bu. Ta son erişilecek menzile, ta Tanrıya kadar. Çünkü o öyle bir denizdir ki ne dibi var, ne kıyısı, bütün denizler, ona karşı sele benzer. Hileler tedbirler ejderha ise tek Tanrı önünde hepside hiçtir.

Sözün, buraya gelince yere baş koyup mahvoldu. Doğru yolu Tanrı daha iyi bilir. Firavunda olan yok mu? Sen de var. Fakat senin ejderha kuyusuna hapsedilmiş! Yazıklar olsun bunların hepsi de senin ahvalin. Fakat sen, onları Firavuna isnat etmek istersin. Senin halinden bahsettiler mi canın sıkılır, başkasından bahsettiler mi sana masal gelir.

Lakin nefis seni de harap etmiş bu arkadaşın da seni hikayelerle uzaklara atmakta! Senin ateşine atılan odun atılmamakta, onun gibi fırsat bulamıyorsun sen. Yoksa fırsat bulsan senin ateşin de firavunun ateşi gibi yalımlanır!

Firavun, Musa’ya “ Ey Kelim, sen neden halkı öldürdün, neden halka korku saldın? Halk senden yılgınlığa düştü, kaçışırken ayaklar altında çiğnenip öldü. Hulasa, halk sana düşman kesildi. Sana karşı erkeğin gönlünde de kin var, kadının gönlünde de halkı kendine davet ediyorsun ama iş aks çıktı.

Sana aykırı hareket etmekten başka çareleri kalmadı. Ben de senin şerrinden kaçıyor, sana aşikare karşı durmuyorum ama aleyhine çömlek kaynatıp duruyorum. Beni aldatmayı gönlünden çıkar, arkandan, gölgenden başka kimsenin geleceğini umma. Bir iş becerdim, halkın gönlüne bir korkudur saldım diye mağrur olma.

Bunun gibi yüzlerce iş becersen sonunda yine rüsvay olursun, hor hakir bir hale gelirsin, seninle alay eder, sana gülüşürler. Senin gibi nice hilebazlar varı. Bizim Mısırımız da nihayet rüsvay oldular” dedi.

Musa, Firavuna dedi ki: “Ben Tanrı emrine karışamam. Emreder de kanımı bile dökerse korkum yok. Ben bu alemde rüsvay olayım, buna hem razıyım, hem de şükrederim. Tek hak yanında yüce olayımda. Halka karşı hor hakir olayım, benimle alay etsinler, bana gülsünler. Tanrıya karşı sevgili olayım,o beni istesin, beğensin. Yeter bu bana.

Bunları da söz olsun diye söylüyorum hani. Yoksa tanrı seni yarın kara yüzlülerden edecek, bu muhakkak! Yücelik onundur, onun kullarınındır. Onun nişanesini Adem’le iblisin hikayesini oku da anla! Tanrının zatına nasıl son yoksa hikmetlerine de son yoktur. Aklını başına al da ağzını yum, yaprağı çevir”

Firavun, Musa’ya “ Yaprak bizim elimizde şimdi defter de bizim hükmümüzde, divan da bizim! Bütün bu alem halkı beni seçmiş beni kabul etmiş A Musa, bütün alemde en akıllı sen misin ki? A Musa, sen kendini beğenmiş, almışsın haydi oradan be, kendini az gör, kendine güvenip gururlanma. Dünyanın sihirbazlarını toplayayım da bütün şehre senin bilgisizliğini göstereyim. Fakat bu, bir iki gün içinde olmaz. Bu yaz çağında bana kırk günceğiz mühlet ver” dedi.

Musa dedi ki: “ Bana bu hususta izin yok. Ben bir kulum, sana mühlet vermeye emir almadım. Sen hükümdarın, galipsin, benim yardımcım dostum yok. Fakat Tanrı fermanına tabiim, başka bir şeyle işim yok. Diri oldukça seninle canla başla savaşacağım, ben kulum yardımla, yardımcıyla ne işim var? Tanrının hükmü zuhur edinceye kadar seninle uğraşacağım, her hasmı düşmanından Tanrı ayırır”

Firavun, hayır dedi, mutlaka bir mühlet vermek gerek. Beni aldatıp durma, yel alıp poyraz satma. Bu sırada ulu Tanrıdan Musa’ya “ Ona bol, bol mühlet ver, korkma. Bu kırk gün mühleti, ona gönül rızasıyla ver de çeşit, çeşit hileler düzsün. İstediği gibi çalıp çabalasın. Ben uyumuyorum ki. Ona söyle, hızlı gitsin, fakat yolu ben tuttum, pusuda ben varım.

Onların hilelerini ben birbirine katar, onların arttırdıklarını ben eksiltirim. Su getirirlerse ateş haline sokar, şerbet içerlerse zehir yaparım. Birbirlerine muhabbet bağlasalar sevgilerini yıkar, berbat ederim. Vehimlerine bile gelmeyen şeyleri yaparım ben. Sen korkma, ona uzun bir müddet mühlet ver asker topla, yüzlerce hileler düz de” diye vahiy geldi.

Musa, “ Emir geldi, mühlet sana. Bizden kurtuldun, şimdilik ben yerime gidiyorum” dedi. Musa yola düştü, ejderha da bilgili ve dost bir av köpeği gibi peşine takıldı. Av köpeği gibi kuyruğunu sallayarak gidiyor, ayaklarının altında taşları kum gibi eziyordu. Taşı demiri nefesiyle çekip sömürmekte, demiri apaşikar bir surette ağzında ezip çiğnemekteydi.

Havalanıp burçların üstüne çıkmakta, Rum gürcü herkes ondan kaçmaktaydı. Deve gibi ağzından köpükler saçıyordu. O köpüğün bir katresi kimin üstüne düşse cüzzam illetine tutuluyordu. Dişlerinin gıcırtısı, yürekleri yerinden oynatıyor, kara aslanların bile canları elden gidiyordu.

O seçilmiş peygamber, kavminin yanına varınca ejderhayı boğazından yakaladı, ejderha asa oldu yine. Asya dayandı da dedi ki. Ne şaşılacak şey. Bizim yanımızda güneş, düşmana karşı gece! Ne hayret edilecek şey ki bu ordu, kuşluk güneşiyle dopdolu olan bu alemi görmüyor. Göz de açık, kulak da sonra da bu zeka Tanrının gözbağcılığına hayretteyim!

Ben onlara şaşırıyorum, onlar da bana şaşırıyorlar. Baharın onlar diken,ben yasemin: onlara nice lezzetli şaraplarla dolu kadehler sundum. Fakat onlara kadehteki şerbet taş kesildi. Gül desteleri yaptım, götürdüm, her gül, diken oldu, şerbet zehire döndü. Bu kendisinden geçenlerin oldukça nasıl meydana çıkar?

Yanımızda uyanık bir uyur gerek ki uyanıkken rüyalar görsün! Halkın düşüncelere dalması bu güzelim uykunun düşmanıdır. Halk düşünceleri yatışmasını uyumasın diye bu güzelim uykunun boğazını sıkar. Bir hayret lazım ki düşünceleri silip süpürsün, hayret, fikirleri de yok eder, zikirleri!

Hüner ve marifette kim daha kamilse mana bakımından artta sureta ileridedir. Tanrı “ Geri dönenler” dedi. Geri dönmek sürünün yazıdan gelip ağıla gitmesine benzer. Sürü, yazıdan dönüp geldi mi giderken en önde olan keçi artta kalır. Giderken geride kalan topal keçiye gelince suratı asıkları bile güldürecek bir halde öne düşer.

Bu kavim laf olsun diye topal olmadılar ya, öğünmeyi terk ettiler de arı satın aldılar. Bu kavim, hacca ayakları kırık olduğu halde topallaya, topallaya giderler. Sıkıntıdan kurtuluşa gizli bir yol vardır. Bu tarife gönüllerini bilgilerden yıkayıp arıtmışlardır. Çünkü bu yol, zahiri bilgiyi tanımaz.

Bu yolda, aslı o alemden olan bir bilgi gerek. Zira her feri, aslında yol gösterir. Her kanat, denizi aşacak kudrete nereden sahip olacak?Tanrı bilgisi gerek ki insanı Tanrıya ulaştırsın. Şu halde adama sonunda gönülden silinip arıtılması lazım olan bilgiyi neye öğretirsin? Öyleyse bu alemde ileri gitmeye heves etme, topal ol da geri dönerken en öne düş. Ey nazik adam, ileri giden son gelenlerden ol. Taze ve turfanda meyve ağaca nazaran daha ileridedir. Derecesi de daha üstündür. Gerçi meyve ağaçtan sonra vücuda gelir, fakat hakikatte evvel odur, çünkü ağaçtan maksat odur.

Melekler gibi “ Bizim bilgimiz yok de , de “ Ancak seni bildirdiğin bilgiyi biliriz” sırrı elini tutsun. Bu mektep de hecelemeyi bilmezsen Ahmed gibi akıl ve irfan nuriyle dolarsın. Şehirlerde ad san sahibi olmazsan, Tanrı kullarının halini daha iyi bilir ya, kaybolmazsın, merak etme. Ayın definesini bilinmeyen viranelere gizlerler?

Hiç defineyi bilinen yere koyarlar mı? İşte kurtulmanın, halas olmanın da zahmet ve meşakkatlerde gizlenmesi buna benzer. Burada hatıra birçok şüpheler, tereddütler gelebilir ama iyi at, kösteklerini kırar, bukağıdan kurtuluverir. Onun sevgisi, şüphe ve tereddütleri yakan bir ateştir.

Gündüzün nuru, bütün hayalleri siler süpürür. Ey Tanrı rızasını elde eden, bu sula, sana o taraftan geldi, cevabını da o taraftan ara. Gönlün köşesiz köşe yok mu? İşte o bucak, padişaha varan bir yoldur. Gönlün doğudan da olmayan, batıdan da olmayan aydınlığı, tek bir aydan meydana gelir.

Ey mana dağı, sen yoksullar gibi bu tarafa o tarafta neden ses arayıp durursun. Derde düşünce iki büklüm olup “ Yarabbi” diye yalvardığın taraf yok mu, bu sesi de o tarafta ara. Dert ve ölüm zamanı o tarafa yönelir, feryat ve figana düşersin. Dertten kurtulunca neden yabancıya dönüyor, hiç o tarafı aklına bile getirmiyorsun?

Mihnet zamanında “ Allah” demeye başlar, sıkıntın geçti mi “ Nerede ona yol ?” dersin. Bu hal, şundan ileri geliyor: “ Tanrıyı şeksiz, şüphesiz bilen, tanıyan, daima onu anlar, ondan hiç ayrılmaz. Fakat akıl ve şüphesiz bilen, tanıyan daima onu anlar, ondan hiç ayrılmaz.

Fakat akıl ve şüphe hicaplarında kalan kişiye Tanrı tecellisi, gah örtülür, gah yenini, yakasını yırtıp görünür. Aklı cüzi gah üstündür, gah baş aşağı ,aklı külli ise bütün hadiselerden kurtulmuştur, emindir. Akılla hüneri sat da hayreti satın al. Oğul, horluğa doğru git, Buhara ya değil!

Biz neyse bu derece de söze daldık? Hikaye söyleyelim derken hikaye olduk gitti. Ben yokum zaten ağlayıp, ağlayıp sızlayarak masal oldum gitti. Bu suretle secde edenler arasına katılayım, onlarla beraber yuvarlanayım bari. İş bilen, söz anlayan adama bu söz, hikaye değil. Halimi anlatıyorum ben, sevgilinin huzurundayım ben!

Asi, bunlar önce gelip geçenlere ait aslı yok masallar dedi ya. Kuran hakkında söylenen bu söz, nifak eseridir. İçinde Tanrı nuru olan Lamekan aleminde nerede geçmiş, nerede gelecek, nerede hal, geçmiş, gelecek, sana göredir. Yıksa hakikatte ikisi de birdir. Fakat sen iki sanırsın.

Bir adam, onun babasıdır, bizim oğlumuz, Zeydin altında olan dam, Amr’ın üstündedir. Damın altta, üstte oluşu, o iki adama göredir. Hakikatteyse dam tek bir şeydir, işte o kadar! Bu söz, onun misli değildir, bir misaldir ancak, eski harfler, yeni manayı ifade edemez ki. Ey tulum, burası madem ki ırmak kıyısı değil, ağzını kapat. Bu şeker denizinin ne kıyısı var, ne kenarı!

Musa, dönüp firavun kalınca bütün rey ve tedbir sahiplerini danışmak üzere çağırdı. Bizim de sihirbazlarımız var. Her birisi sihirde tek, bütün sihirbazlar onlara uymakta” dediler. Padişahın, Mısır sultanı olan Firavunun Mısır civarındaki bütün sihirbazları çağırmasını kararlaştırdılar.

Firavun hemen bütün sihirbazların toplanması için etrafa bir hayli adam gönderdi. Nerede ünlü bir büyücü varsa gelmesi için on haberci yolladı. İki genç vardı ki büyü de pek şöhret bulmuşlardı. Sihirleri aya bile tesir ederdi. Aydan apaşikar süt sağarlar, bir yere gidecekleri vakit küplere binip giderler.

Ay ışığını bez şekline sokup ölçer, biçer satarlardı. Müşteri, para verip alır. Sonra anlayınca eyvahlar olsun deyip hayıflanmaya, yüzüne vurmaya başlardı. Onların, buna benzer nice sihirleri vardı ki herkes apaçık görür dururdu. Onlara da “ Padişah şimdi sizden bir çare aramakta. İki yoksul adam gelip padişahın köşkü önüne otağ kurdu.

Bir sopadan başka bir şeyleri yok. Fakat emirleriyle ejderha oluyor. Padişah da çaresiz kaldı, ordusu da. Bu iki kişinin elinden hepsi feryad ve figana geldi. bir çare bulmanız için bu kulunu size gönderdi. Size haber gönderip buyuruyor ki: bunları defetmek için bir çare bulun.

Karşılık olarak size hesapsız hazineler bağışlayacak” diye haber gönderdi, bu haberi duyunca iki büyücünün de gönüllerine hem korku düştü, hem sevgi. Cinsiyet damarı atmağa başladı, ikisi de hayretlerinden başlarını dizlerine koydular. Sofinin meşk yeri dizidir. Müşkülünü halletmek hususunda iki diz, adeta sihirbazdır.

O iki büyücü, bu haberi alıp hayrete daldıktan sonra annelerine “ Anne, babamızın mezarı nerede? Bize göster” dediler. Anneleri, onlara rehberlik etti, babalarının mezarını gösterdi. Üç gün Tanrı rızası için oruç tuttular. Sonra “ Baba, padişah korkmuş, bize emir göndermiş.

İki adam, onu sıkıştırmış, ordusunun önünde şerefine, haysiyetine dokunmuş. Onların ne silahları var, ne askerleri. Bir tek asaları var ama o asa da kıyametler koparıyormuş. Sen zahiren toprakta yatıp uyuyorsun ama hakikatte doğrular ülkesine gitmişsin. Eğer onların yaptıkları sihirse bize haber ver.

Canım babacığımız, onlar Tanrı eriyse, yaptıkları iş Tanrıdansa yine bildir. De onlara uyalım, secde edelim, kendimizi bir kimyaya atalım ( da halis altın olalım). Ümidi kesilmiş biçareleriz. Bize bir ümit ver Tanrı tapısından sürülmüşleriz, bizi o tapıya yine onun keremi çekti” diye yalvardılar.

Babaları, onlara rüyalarında dedi ki: “Oğullarım bunu açıkça söylemeye imkan yok. Apaçık ve olduğu gibi söylememe izin yok. Ama bu sır, uzak değil gözümün önünde. Size bir nişane göstereyim de gizli şey aşikar olsun. Gözlerimin nurları, oraya varın da onun uyumakta olduğu yeri anlayın. O hakikat sahibi uyurken korkmayın asayı almayı kalkışın.

Eğer çalabilirseniz o sihirbazın biridir. Sihirbaza karşı çare bulmayı bilirsiniz siz. Yok eğer çalışmasanız aman ha aman. Kendinize gelin, o Tanrı eridir. Ululuk sahibi ve hidayet verici Tanrının elçisidir. Yeryüzü doğudan batıya kadar Firavunla dolsa savaş zamanı Tanrı, yine onu üstün eder. Firavun baş aşağı gelir.

Babalarının canı yavrucuklarım, bu doğru nişaneyi verdim işte. Buna göre iş yapın, Tanrı doğrusunu daha iyi bilir. Yavrularım, sihirbaz uyuyunca sihrinin, hilesinin hükmü kalmaz. Çoban uyudu mu kurt emin olur. Çoban uykuya daldı mı dikkati elden gider. Fakat bir hayvana Tanrı çobanlık ederse kurt, oraya nereden yol bulur, onu kapmayı nasıl umabilir?

Hakk’ın yaptığı sihir, haktır, yerindedir. O yerli yerinde olan şeye sihirbazlık demek hatadır. Babalarının canı yavrular, bu keskin bir nişanedir. O peygamber, zahiren ölse bile tanrı yine onu yüceltir, kadrini yükseltir.

Tanrının lütufları, Mustafa’ya vaitlerde bulundu da dedi ki “ sen ölsen bile bu din, bu iman ölmez. Senin kitabını, mucizeni ben yüceltirim. Kurandan bir şey eksiltmeye, ona bir şey katmaya yeltenen kişiye ban mani olurum. Ben seni iki cihanda da korurum. Sözünü kınayanları terk eder, onları hor hakir bir hale korum.

Hiç kimse kuranı değiştirmeye kudret bulamaz ona ne bir şey ilave edebilirler, ne ondan bir şey eksiltebilirler. Sen benden daha iyi başka bir koruyucu arama! Senin parlaklığın gün geçtikçe artırır, adını altınlara, gümüşlere bastırırım. Senin için mimberler, mihraplar kurdururum.

Ben, seni öyle seviyorum ki senin kahrın, benim demektir. Şimdi adını korkudan gizlice söylüyorlar, namaz kılacakları zaman gizleniyorlar. Melun kafirlerin korkusundan dinin mağaralarda gizili kalıyor ya. Bütün alemi minarelerle dolduracağım, asilerin gözlerini kör edeceğim ben.

Kulların şehirler alacak mevkiler bulacak. Dinin balıktan aya kadar her tarafı kaplayacak, ey Peygamberimiz, sen sihirbaz değilsin, doğrusun sen de Musa’nın giydiği elbiseyi giymişsin, sen de onun gibi bir Peygambersin. Kuranın Musa’nın asasına benzer küfürleri ejderha gibi sömürüp yutar.

Sen toprak altında uyursun ama o tertemiz söz asa gibi her şeye agahtır. Kast edenlerin elleri o asaya ulaşamaz. Uyu ey padişah uyu uykun mübarek olsun! Bedenin uyur ama nurun göklere ağar, düşmanlarını kahretmek için okunu kur, yayını ger. Felsefeci, aleyhine söylenmeye yeltenir ama nurunun oku ağzını oklar, onu susturur.”

Hakikaten de öyle oldu, hatta bu vaitten de üstün şeyler vücuda geldi. o uyudu, fakat bahtı, ikbali uyumadı. Babalarının canı yavrularım, sihirbaz uyudu mu işinin parlaklığı gider, sihrinin tesiri kalmaz.” Bu sözleri duyup uyandılar, ikisi de kabri öpüp o ulu savaş için Mısır’a hareket ettiler.

Mısır’a varınca Musa’yı, Musa’nın evini aramaya başladılar. Onların Mısır’a geldikleri gün de Musa tesadüfen bir hurma ağacının altında uyumaktaydı. Sordukları adamlar onlara “ Varın hurmalıkta arayın” dediler. Hurmalığa geldikleri zaman bir de baktılar ki hurma fidanlarının dibinde bir uyuyan var, fakat cihanın uyanığı!

Naz ederek baş gözlerini yummuş ama arş de gözlerinin önünde, ferş de! Gözleri açık, fakat gönlü uykuda nice adamlar var. Zaten su ve toprak ehli olanın gözü ne görebilir ki? Fakat gönlü uyanık olanın baş gözü uyusa bile gönlünde yüzlerce göz açılır. Gönül ehli değilsen uyanık ol, uyuma. Bir gönül işte, mücadeleye giriş.

Gönlün uyandın mı güzelce uyu. Gayri gözünden ne yedi kat gök kaybolur, ne altı cihet! Peygamber “ Gözüm uyur ama kalbim nasıl uyur, buna imkan mı var?” dedi. Bekçi farz et ki uyumuş fakat padişah uyanık ya, gönül gözleri açık olduğu halde uyuyanlara can feda!

Ey manevi er, gönül uyanıklığını anlatmaya kalkışsam binlerce mesneviye sığmaz. Sihirbazlar, Musa’yı sırt üstü yatmış görünce asayı çalmaya kalkıştılar. Hemencecik asayı çalmak için Musa’nın ardından gidecekler, sopayı kapıvereceklerdi. Onlar, azıcık yürüyüp bu işe niyetlenir niyetlenmez asa titremeye başladı.

Öyle bir titremeye başladı ki her ikisi de korkudan yerlerinde katılıp kaldılar. Sonra asa ejderha oldu, onlara saldırdı, ikisi de sapsarı kesilip kaçmaya başladılar. Korkudan her inişte sendeleyip yuvarlanarak yüz üstü düşüyorlar, kalkıp yine kaçmaya çalışıyorlardı. Katiyetle anladılar ki bu iş Tanrı işi, sihirbazların harcı değil bu!

Korkularından adeta sıtmaya, hummaya tutulmuş gibi titriyorlardı; ölüm haline gelmişlerdi. Yaptıkları işten dolayı özür dilemek üzere Musa’ya bir adam gönderdiler. “ Evvelce sana hasat ediyor, seni kıskanıyorduk, o yüzden sınadık, yoksa seni sınamak kimin haddine düşmüş?

Sen bir Padişahsın, senin yanında biz mücrimiz bizi affet ey Tanrı dergahı haslarının hası! Diye ricada bulundular. Musa onları affetti, derhal iyileştiler, sıhhat buldular, Musa’nın önünde yere secde ettiler. Musa dedi ki: “ Ey ulular, sizi affettim. Cehennem teninize haram oldu, canınıza da.

Ey dostlar, ben sizi görmemiş olayım, siz de beni görmemiş gibi davranın. Kalben aşina, fakat zahiren yabancı bir halde padişahın huzuruna benimle savaşmaya gelin!” bunun üzerine sihirbazlar yeri öpüp gittiler, çağırıldıkları zamanı ve fırsat vaktini gözetmeye koyuldular.

Sihirbazlar Firavunun huzuruna geldiler. Firavun onlara bir çok ihsanlarda bulundu, elbiseler veri. Onlara daha bir hayli ihsanlarda bulunacağına dair vaitlerde bulundu, önceden de kullar, atlar, ağır ve değerli şeyler, yiyecek ve içecek verdi. Ondan sonra:

“ Ey devletimle ileri giden kişiler, imtihandan galip gelirseniz, size o derecede ihsanlarda bulunacağım ki cömertlik de utanacak” dedi. Sihirbazlar da cevaben dediler ki: “ Padişahın sayesinde galebe edeceğiz, düşmanın bitik bir hale gelecek. Biz bu fende saflar bozan yiğitleriz alemde kimse bizimle başa çıkamaz.”

Musa’nın anılışı, hatırları oraya bağlıyor, bu hikayeler evvelce olup biten şeylere aittir zannını veriyor. Halbuki Musa’yı anmamız işi gizlemek için yoksa Musa’nın nuru, ey iyi adam, senin bugün elinde. Musa da sende, Firavun da. Bu iki düşmanı da kendindin de ara sen. Musa, kıyamete kadar vardır. Nuru hep o nurdur, başka nur değil. Değişen yalnız kandildir.

Bu kandille fitil başka, fakat nuru başka nur değil, hep o alemden. Kandile bakarsan kayboldun gitti. Çünkü ikilik ve sayıya sığış, kandile göredir. Fakat nura baktın mı ikilikten de , önü sonu bulunan cisim aleminin sayısında da kurtulursun. Ey varlık hulasası, müminle Mecusi ve Yahudi’nin birbirlerine aykırılığı, hep bakış, görüş yüzündendir.

KAYNAK : http://www.msxlabs.org

***************

İKTİBAS kategorisinde yayınlandı. Leave a Comment »

Ne kadar şanssızım!’


Üzgün ve pısırık görünüşlü bir Adam barda tünemiş oturuyormuş. Önünde
Bir türlü içemediği bir içki bardağı, suratı asık.. O sırada barın
kapısı açılmış. İri yarı, külhanbeyi tavırlı bir Adam, sert adımlarla
barın tezgahına doğru yürümüş ve pısırık adamı iteleyerek tabureye
oturmuş. Hiç soru sormadan adamın önündeki içki kadehini alıp başına
dikmiş. Elinin tersiyle ağzını kuruladıktan sonra, ‘Ne o, neden böyle
Surat asıyorsun, gemilerin mi battı?’ diye sormuş. ‘Sorma, ben çok
Talihsiz bir adamım’ demiş pısırık. ‘Neden?’ diye sormuş Adam tekrar.
Şöyle cevaplamış pısırık, ‘Bu sabah karımla kavga ettik, beni evden
Kovdu. O sinirle işe geç kaldım. Patronum zaten bahane arayıp
Duruyordu, beni işten attı. İşten çıktım, yolda yürürken araba çarptı.

Eve gideyim, belki karımla barışırız dedim, eve gittim ve karımı başka

Bir erkekle yatakta yakaladım. Bu kadarı da fazla artık dedim, kendimi

öldürmeye karar verdim. Tabancayla vuracaktım, silah tutukluk yaptı.

İple asmaya kalktım, ip koptu. Doğalgazla öleyim dedim, faturayı

ödemediğim için gaz kesikti. Eczaneden fare zehiri aldım, buraya

Geldim, içki bardağıma koydum. Onu da geldin sen içtin. Off.. Offfff…
İKTİBAS…..

*****************

İKTİBAS kategorisinde yayınlandı. Leave a Comment »

YATSI’DA SÖNEN MUM!/İLHAN TİNCİ/KUMRU TV


Ak Parti’nin iktidar olduğu sabahı İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nde bir sessizlik ve belirsizliği görmeyen yoktu. Başta şube müdürleri ve meslektaşlarım da dahil olmak üzere, tüm memurlar bir gün önceki ve yıllardır süregelen bir hal’in nasıl bir sonuç getireceğini tahmin bile edemiyorlardı.

Masasındaki kırmızı telefonla, dönemin Başbakanı Mesut Yılmaz’ı tek tuşla arayan, Turgut Yılmaz’ın, dönemin valisi Erol Çakır’ı bile muhatap almazken randevusuz kabul ettiği tek bir isimdi. Dönemin İl Emniyet Müdür’ü Kazım Abanoz’u sadece bir imza makamı olarak gören, diğer şube müdürü arkadaşlarının çekindiği, bazı polislerin Hallacı Mansur’a inandığı gibi inandığı bir konumda idi.

Adil Serdar Saçan…

Böyle bir adamdı gördüğüm ve bildiğim kadarıyla. Albayraklar operasyonunda, aranan zanlıların yerine, zanlıların eş ve çocuklarını rehin alabilecek kadar cesurdu!

Bir gün, bir anda ve hiç umulmadık bir şekilde çarklar ters döndü. Sivas’tan İstanbul’a atanan İl Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah, geldiği bir akşam üstü brifing salonunda yorgun, bitkin ve umutsuz olan personeli topladığında bende o tarihi an’a tanıklık ettim.

Bu gün Ergenekon soruşturmasında tutuklanan ve Türkiye’de ilk defa Organize Suçlar Şube Müdürlüğü diye bir şube kuran Adil Serdar Saçan, belki başına gelebilecekleri tahmin edercesine, “nasıl olsa ipler koptu” dercesine, brifing salonunun en arka koltuğuna geçerek, bacaklarını bacak üstüne atıp, İl Emniyet Müdürü’ne son mesajını verdi.

Sonra da, sırasıyla, şube müdürlüğündeki yeri değişti ve ardından da açığa alındı.

Akbabalar İktidarı adlı bir kitabında kavgasını anlattı. Sonra Mahkemeye başvurarak görevine iadesini istedi.

Dönem dönem kendisi ile bir araya gelerek, Albayraklar dosyasını açtık. Bana açık ve net bir şekilde yaptıklarını anlatırken hala öfkeli olduğunu ve yine aynısını yapardım dediğini bu gün gibi hatırlıyorum.

O zamanlar, polislerin bile hayranlık duyduğu ancak sadece Askeri kanatta ve ADD’de sadece ağırlığı hissedilen bir Ergenekon yapılanması seziliyor, ancak “Ergenekon’un bunlarda adı var” dedirtilen bir zihniyeti de ortaya koyuyordu.

Öyle ya, Ergenekon bir yurdun adıydı. MHP ver iken, Ülkücüler var iken, Ergenekon’a nasıl olurdu da solcuların elinde bulunan ADD’ buna sahip çıkabilirdi.

Türkiye bir süre derin bir sessizliğe büründü. Bu sessizlik bu gün 9. Dalga’ya ulaşan Ergenekon soruşturmasının habercisi olacağını kimse bilemiyordu.

Ergenekon hayranları bile şaştı bu işe! Hele bizlerin bizzat kaleme aldığı Ali Kalkancı, Fadime Şahin olaylarını, Danıştay saldırılarını, Hablemitoğlu cinayetini ve bir çok karanlık ve yurtdışı güçler ile yerli İslami gruplara malettiğimiz bir çok saldırı ve suikastlerin ardından bu yapılanmanın çıktığı iddiaları üzerine gerçekten ben bile şaşırdım. Neden mi? Devlet bir soruşturma ve açıklamayı her hangi bir belge üzerine yapmıyor muydu?

O zamanki deliller, delil değimliydi!

Demek ki, odak güçler gerektiğinde olmayan belge ve delilleri oluşturabiliyor mantığı değil mi bu.

Hele son ABD Konsolosluğu saldırısına ne diyeceğiz! Bu saldırının arkasında da bir İslami kimlik ortaya koymadık mı?

Sonra ne oldu. Yatsıda söndü mum işte.

Ergenekoncular bile şaştı bu işe…

Yaşamlarını, iktidar, para, güç, hükmetme hırslarına göre kuranların, “vatan-millet, din-iman” söylemlerinin riya olduğunu da gördü bu ülke.

Tabi görebilene…

İKTİBAS kategorisinde yayınlandı. Leave a Comment »

Zimen Defteri NE BİLİYORMUSUNUZ…!!!!!!!!!!!!! !!

Zimen Defteri
Büyük dedelerimizin hatırlayabileceği
bir gelenek vardı Ramazan ayında..
Hali vakti yerinde olanlar kılık-kıyafet değiştirerek
hiç tanımadıkları mıntıkalara gidip,bakkalın manavın
tenha zamanlarını seçerek sorarlarmış:
— “Zimem defteriniz varmı” ? diye,
Zimen defteri, o esnaftan borcunu yani veresiye
mal alan mahalle sakinlerine ait hesap defteri:
Borçlu ile borcunun miktarı yazılı olan defter-…

Esnaf bu defteri çıkarınca, gelen şöyle dermiş
— “lütfen baştan, sondan ve ortadan şu
kadar sayfanın yekununu yapınız”.

Esnaf bu kadar sayfanın yekununu yapar,
söyler, gelen de kesesini çıkarır, onu öder:
— “Silin borçlarını, Allah kabul etsin” der,
çeker gidermiş.

Borcu ödenen, borcunu ödeyenin kim olduğunu,
borcu sildiren, kimi borçtan
kurtardığını bilmezmiş..

İşte, hiçbir maddi çıkar düşüncesi gözetmeksizin
sırf Allah’ın rizasını kazanmak
ve din kardeşinin sıkıntısını gidermek amacıyla karşılıksız,
riyasız, gösterişsiz,
verdiğini unutarak, bu şuurla verebilmenin de
bir mazhariyet,
Allah’ın C.C. bir lütfu olduğunu bilirler
ve buna şükrederlermiş….

Böylesi tevazu ve incelikli bir insan
ve toplum olmamız dileğiyle…
*******
alıntı
__________________
Allahım gönlümde olanı hakkımda hayırlı eyle,
Hakkımda hayırlı olana gönlümü razı eyle.

***********

İKTİBAS kategorisinde yayınlandı. Leave a Comment »

Doğru ata oynamak/Funda Özgür/TARAF GAZETESİ

YALAKALARA VE ÇAPSIZLARA BİR YAZI DA TARAF GAZETESİNDEN…YAZIYI OKUYUN ÇEVRENİZDE KİMLER AKLINIZA GELİYOR?..

Tembel çocuğunun başarısızlıklarını örtmek için, kar kış demeyip evin işini gücünü bırakıp her gün öğretmenini ziyaret eden, ona armağanlar alan bir veliye benziyorsun. Öğretmenler gününde elinde bir buket çiçek, kermes zamanı kolunda koca bir çanta, yerli malları haftasında fındık fıstık paketleriyle dolu torbaların arkasında sınıfın kapısında bekleyen, karne gününe yatırım yapan sevimsiz bir kadına benziyorsun bu halinle. Doğurduğunu da kendi gibi sahtekârlığa alıştıran bir anneye…

Veya kafası hiçbir şeye basmayan, sürekli işten kaytaran, esasında bir işe yaramadığı anlaşılmasın ve böyle olduğu konuşulmasın, korunsun kollansın diye amirlerini iltifatlara boğan, onların doğum günlerini evlilik hatta neredeyse sünnet yıldönümlerini kaçırmayan, ütüsü bozuk pantolon gömleğiyle ortalarda gezinip duran orta kademe bir memura…

Sınırlarını biliyorsun. Neyi ne kadar nereye kadar yapabileceğini, nereden sonra bilgi birikiminin tecrübenin yeteneğinin yetmeyeceğini ve durman gerektiğini biliyorsun.

Ama haddini bilmiyorsun!

Kendini on kaplan gücünde hissedip, altından kalkamayacağın işler üstleniyorsun. Sonra beceremeyip etrafındakilerin sırtına yükleniyorsun. Sonra utanmayıp ortaya çıkan işleri sahipleniyorsun.

Kendini perdelemek için geliştirdiğin yöntemlerin bunlar.

Ama bu kadarla da sınırlı kalmıyorsun. Yöntem çok sende…

Bunlar asli olanlar. Bir de tali yöntemler var geliştirdiğin.

Performansını değerlendiren, maaşını belirleyen tepe yöneticinin peşinde gölge gibi dolaşıyorsun meselâ.

Sabah koşup odasına önce ona günaydın diyorsun. Her öğlen ‘tesadüfen’ aynı dakikalarda yemeğe çıkıyor, ‘doğal olarak’ kendini onunla aynı masada buluyorsun. Onun önemsediği kimselerle sıkı fıkı olup diğerlerini aklınca şutluyorsun. Ona, –imkânın olsa ellerinle pişireceğin- yorgunluk kahveleri ısmarlıyorsun. İş çıkışlarında beraber vakit geçirebilmek, iki tek atabilmek için fırsat kolluyorsun. Düzenlenen garip ‘kaynaşma’ yemeklerinde mutlak surette yanında konumlanıyorsun. Gecenin sonunda onu ‘Çok içtiniz. Pek iyi değilsiniz. Şimdi araba da kullanamazsınız’ diyerek zorla evine bırakıyorsun. Mümkünse yanına, onun civarında görmekten haz aldığı bir iki kişiyi daha alıyorsun. Takım tamam! Geceye elbette onun evinde devam ediyorsun.

Bütün bunlar yetmiyor. Senin iyice yapış yapış bir ilişki kurman gerekiyor.

‘Sivil saatler’de daha fazla birarada olman, mümkünse sevgilinle veya karınla veya kocanla tanıştırman, varsa yavrularınızı kaynaştırman, kariyerin açısından fevkalade büyük bir önem arz ediyor.

Evet evet…

Sen, doğru ata ve doğru taylara oynuyorsun.

Bu yöntem her zaman işe yarar, eski deneyimlerinden biliyorsun.

Çünkü o yönetici, onca işi arasında senin, kendine yaranmaya çalıştığını anlamaz.

Anlasa da emin olamaz ya da konduramaz.

Hem uzun uzadıya bunu düşünecek kadar vakti yoktur.

Zaten senin de onun açısından fazla bir önemin yoktur.

Çevresinde senin gibi ‘ganyan bağımlıları’ çoktur.

Ama böyle olması daha iyidir.

Kurnaz davranır, beceriksizliğini ve niyetini gizlersen –ki bu konuda uzmanlaşmışsındır- senin samimi biri olduğunu bile düşünebilir.

Arkadaşın olur. Arkadaşı olursun.

Eh, arkadaş arkadaşı idare eder…

Anlayış gösterir. Bir hatası varsa düzeltir. Yanlışının üstünü örter.

Sana da olacak olan budur.

Ki mutlaka olur.

Tökezlediğin ilk anda sana destek çıkar.

Beceriksizlikten ve tembellikten kaynaklanan başarısızlığının üstünü sıvar.

Sen arkana yaslanıp rahat bir nefes alırsın.

Doğru ata oynadığın için kendini kutlarsın.

Daha ne kadar böyle devam eder kestiremezsin.

‘Gideceği yere kadar’ dersin.

Öyle olur gerçekten. Gideceği yere kadar gider.

Sen sonra oynayacak başka ‘doğru at’ ararsın.

*****Funda Özgür/TARAF
***********
KAYNAK: http://www.taraf.com.tr/yazar.asp?mid=1641

İKTİBAS kategorisinde yayınlandı. Leave a Comment »

KUMRU KAYMAKAMI ÖZGÜR KÖRÜKCÜ: KÖYLERİN ALT YAPISI İYİLEŞTİRİLDİ/ YERİNDEN YÖNETİM PLATFORMU


Kanalizasyonun yüzde 50 tamamlandığını belirten Kumru Kaymakamı Özgür Körükçü, KÖYDES projesiyle de köylerin altyapısının iyileştirildiğini belirtti. Körükçü, “Köylerde yaşayan halk başta merkez olmak üzere diğer il ve ilçelere göç ediyor” dedi.

Kanalizasyonun yüzde 50 tamamlandığını belirten Kumru Kaymakamı Özgür Körükçü, KÖYDES projesiyle de köylerin altyapısının iyileştirildiğini belirtti. Körükçü, “Köylerde yaşayan halk başta merkez olmak üzere diğer il ve ilçelere göç ediyor” dedi. Kaymakam Körükçü’nün verdiği bilgiler şöyle:

1961’de ilçe olduk

İlk idare teşkilat Trabzon Vilayeti Samsun Sancağı Nefs-i Serkeş Kadılığıdır. Fatsa’nın ilçe oluşuyla birlikte buraya bağlı bir nahiye iken 1 Nisan 1961’de ilçe olmuştur. İlçenin Elekçi deresi kenarına yerleşmesinden dolayı verilen Kumlu ismi zamanla halk arasında Kumru olarak anılmaya başlanmış ve bu isim verilmiştir. İlçemiz Ordu’ya 77 km, Fatsa’ya 35 km uzaklıktadır. Yüzölçümü 344 kilometrekaredir.

Göç veriyoruz

Arazi orman, fundalık ve fındıklıkla kaplıdır. İlçe merkezinin nüfusu 11.856’dır. Toplam nüfusumuz ise 32 bin 976’dır. Merkeze bağlı 5 belde ve beldelere bağlı 9 mahalle bulunuyor. Köylerde yaşayan halkın çoğunun başta merkez olmak üzere diğer il ve ilçelere göç ediyor.

Tarım

Tarıma elverişli miktarı 14.653 ha’dır. İlçemizin en önemli gelir kaynağı fındıktır ve halkın yüzde 70’i fındık yetiştirmektedir. Fındıktan sonra en fazla mısır üretilmektedir.. Yüksek kesimlerde ise patates üretiliyor. İlçemizde 9500 büyükbaş hayvan, 4935 koyun, 94 tek kanatlı, 18.850 kanatlı vardır. 250 aile da arıcılık yapıyor.

Sanayi

2 fındık kırma fabrikası, 1 parke fabrikası bulunuyor. Bir deterjan fabrikası da kuruluş aşamasındadır. Bu işyerlerinde 80’e yakın insanımız çalışmaktadır.

Eğitim

İlçe merkezinde 2 ilköğretim okulu, 1 YİBO, bir imam hatip lisesi, bir Çok Programlı Lise, belde ve köylerde 1-8 sınıflı 8, 1-5 sınıflı 435 ilköğretim okulu bulunuyor. Toplam 6 bin öğrencimiz var ve 230 öğretmen görev yapıyor. Finansmanı İMKB tarafından sağlanan YİBO inşaatı tamamlanarak öğrenime açıldı. Okul 500 öğrenci ve 38 derslik kapasiteli, 170 kız öğrenci yurdu ve 350 öğrenci kapasiteli yemekhanesi bulunuyor. Milli Eğitim Bakanlığı tarafından Eskiçokdeğirmen köyünde yaptırılan 8 derslikli ilköğretim okulu da tamamlandı.

Spor salonu ve halı saha var

İlçemizde bir kapalı spor salonu, bir toprak zeminli futbol sahası bir halı saha var.

Sağlık

Merkezde 50 yataklı devlet hastanesi, 4 sağlık ocağı, 5 sağlık evi, 7 eczane mevcuttur. Hastane, sağlık ocakları ve evlerinde 2 uzman, 14 pratisyen doktor, 19 ebe-hemşire görev yapıyor. Yeşil kartlı hasta sayımız ise 18 bin 496.

Altyapı

Merkezde 9 depolu içme suyu şebekesi ve elektrik sistemi mevcuttur. Kanalizasyonumuz yüzde 50 tamamlanmıştır. Posta ve telefon hizmetleri yeterlidir.

Köylerin altyapısı iyileştirildi

Kumru ilçesi Köylerine Hizmet Götürme Birliği’ne KÖYDES Projesi kapsamında 2005-2006-2007 yıllarında toplum 6.843.569,08 YTL ödenek tahsis edildi. 2005 yılında 5 km stabilize kaplama, bir grup köyüne (Balı-Konaklı ve Güneycik) içme suyu ana isale hattı yapımı gerçekleştirildi, ayrıca köylerin altyapısında kullanılmak üzere büz alındı. 2006 yılında 108.50 km stabilize kaplama, 21 sanat yapısı, 2 km 1. kat asfalt yapıldı. Ayrıca bir köyümüzün içme suyu projesi, bir grup köyüne (Balı- Konaklı ve Güneycik) içme suyu şebekesi hattı yapımı, 2 köyün de içme suyu inşaatı bakım onarımı yapıldı. 2007 yılında ise 53.90 km stabilize kaplama, 8.25 km birinci kat asfalt, 48 sanat yapısı, 7 köyün de içme suyu ana isale hattı ve şebeke inşaatı tamamlandı.

Yardımlar

2007 yılında 1450 aileye 189.205 YTL nakdi, 1101 aileye kömür, 357 aileye eğitim yardımı, 2286 kişiye sağlık yardımı, 26 aileye barınma yardımı yapıldı. 3 aileye bireysel işyeri açma kredisi olarak 14 bin 200 YTL verildi.

Turizm ve kültür

Akçadere köyünde bulunan Küşnafak kayası, Pesküden alabalık tesisleri, Eriçek yaban çileği ve Düzoba yağlı güreş şenlikleri yapılıyor.

********

Özgür Körükçü kimdir?

1975 Nevşehir doğumlu. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Kamu Yönetimi Bölümü mezunu. Eğitim hayatı bittikten sonra 5. sınıf ilçe hizmetini Eskişehir Günüz, 6. sınıf ilçe hizmetini Muş’un Varto ilçesinde daha sonra Bingöl’ün Genç ilçesinde tamamladı.

*****
KAYNAK : http://www.yyplatformu.com.tr

İKTİBAS kategorisinde yayınlandı. Leave a Comment »

SERDAR TURGUT: 54 YIILIK YAŞAMIMI BOŞUNA HARCAMIŞIM


Akşam Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Serdar Turgut; “Kukla gibi oynatmışlar bizi. Daha güzel bir Türkiye kuracağımızı zannediyorduk. Sağcılar da böyle düşünüyordu. Demek ki iki tarafla da oynanıyormuş. Dev-Sol’la da, Hizbullah’la da, PKK’yla da beraberlermiş” diyor.

Serdar Turgut, Derin Devlete en yakın isim Demirel’den, Türkiye’ye dönüşü gündemde olan Fethullah Gülen’e; işten kovduğu Güler Kömürcü ve Nihat Genç’e kadar hemen her konuda önemli açıklamalar yaptı.

İşte Mehmet Gündem’in Serdar Turgut’la yaptığı röportaj:

Ergenekon’la ilgili haberlere hep uzak durdun, iddianameyi okuyunca da “Faili meçhul hayatım” diye bir yazı yazdın.

İddianameyi okudukça, ortaya konulan korkunç suç dünyasıyla ilgili söylenenleri şahsıma yönelik bir darbe olarak aldım. 54 yıllık yaşamımı boşu boşuna yaşamışım gibi hissettim, içim acıdı.

Bu yazı bir yazar kurgusu mu gerçek hislerin mi?

Kurgu değil. Ben düşünmeye başladıktan sonra solcu oldum (CHP solculuğu değil). İlkeli yaşamak isterken, birçok acıyla karşılaştık. Öldürülen gençleri, alındıktan bir ay sonra üniversiteye dönebilen genç kızın işkenceden tükenmiş vücudunu ve korkuyla bakan gözlerini hatırladım. O gözler karşısında çaresizliğimi, sonra onlarca cenaze töreninde havalara kalkmış sol yumruklarımızı, marşlarımızı…

Kullanıldığınızı mı düşünüyorsunuz?

Evet, anlayacağınız; boşa harcanmış bir hayat bizimki.

Şimdi kuşkularınız çok mu derin?

Her zaman kuşkularımız vardı. Biri öldürüldüğünde “Katil bulunamaz, çünkü devlet izin vermezse bu işler yapılamaz” diyorduk.

TÜRKİYE’Yİ BİZ KURACAĞIZ ZANNEDİYORDUK

Mumcu, Kışlalı, Hablemitoğlu, Dink… hepsi katledildi. Şimdi bu olaylarda da Ergenekon’un eli gözüküyor…

Sağdan soldan böyle bir kuşak harcandı. Şimdi ortaya bir dosya çıktı, içinde bazı ıvır zıvır şeyler de var…

Ne gibi…

Bir yerde benim de adım geçiyor; yabancı istihbarat örgütlerinden bilgi aldığımı söylüyor. Gazeteci olarak her yerden bilgi alırız, bunu saklamıyoruz ama bir insana ‘casus’ demek ayıp. Öyleysek alsınlar içeri. Sadece suçu işlemiş adamlarla ilgili bilgileri koysalardı çok iyi ederlerdi. Ergenekon davasında adı geçen tüm insanlardan nefret ediyorum.

Biz yaşıyoruz zannederken kukladan ibaretmişiz diye yazdın.

Kukla gibi oynatmışlar bizi, kırdırdılar birbirimize, böldüler, hiç bıkmadılar. Daha güzel, daha adil bir Türkiye’yi kendimizin kuracağını zannediyorduk. Sağcılar da böyle düşünüyordu. Demek ki iki tarafla da oynanıyormuş. Dev-Sol’la da, Hizbullah’la da, PKK’yla beraberlermiş.

Psikolojik olarak nasıl etkilendin?

Yaşlanmaya hazırlanan bir insanım, ülkeyle, hayatımla böyle oyunları oynayan insanlardan gerçekten nefret ediyorum. Suratlarını gördüğümde kaybolan ideallerimi, boşa giden mücadelelerimi hatırlıyorum.

CUMHURİYET BAŞARISIZ OLDU

Şimdi bu kadar kötülüğün olabileceğini düşünebiliyor musunuz?

Evet düşünüyorum. Bu yüzden cumhuriyet büyük bir başarısızlıktır.

Bu ilişkiler mi cumhuriyeti başarısız kıldı, yoksa cumhuriyet mi bu kirlenmişliği doğurdu?

İkisi de var ama cumhuriyetin kökenlerine inmek yanlış olur. Atatürk ve arkadaşları gizli bir örgüttü, silahlı mücadele veriyorlardı diye eleştiri getirmek doğru değil. İttihat ve Terakki böyleydi, cesur insanlardı bu sistemi kurdular ama sistem Türk halkında travma oluşturdu. Şapka giyilecek, şu müzik dinlenecek, şöyle yaşanacak diye dayatmalar başladı. Otoriter bir sistem. Yaptıklarını anlatmayı ve halkı ikna etmeyi hiç denemediler. Hâlâ cumhuriyetin ilk yıllarının savaşı yapılıyor. AKP ile askerler arasındaki gerginlik de savaşın devamı niteliğinde.

Biter mi?

Bitmesi lazım yoksa toplum biter.

Asker de bir temizlik yapıyor mu?

Askerin kendi içinde bir sistem var. Onun haberini de yaptık askeri savcı iddialarla ilgili çalışma yapmış.

Haberinizi yalanladılar…

Her yalanlamaya inanmayın. Askerin de kamuoyu var onu tutmak zorunda. O kamuoyu generaller değil, albaylardan başlar. Silahlı insanlar ve emirlerinde insanlar var. Türkiye tarihinde bunların hareketleri çoktur. Bugün cumhuriyeti koruma konusunda nosyon değişiyor.

Aktörlerden biri CHP ve gerilimden besleniyor.

CHP sallantıda… Safraları atıyoruz. Artık CHP ile ordu arasındaki gerginlikten bahsediyoruz. YAŞ’ta ihraç olmaması bana önemli geliyor. Dolmabahçe’de Türkiye için çok önemli ve iyi kararlar alındığını düşünüyorum. Belki bugünleri konuşmuşlardır.

DERİN DEVLETE YAKIŞAN İSİM DEMİREL’DİR

CHP Ergenekon’a sahip çıkmayı devlete sahip çıkma gibi sunuyor.

Türkiye’de devletin kendisi derindir. Hep böyle oldu, böyle de olacak. Ergenekon’a derin devlet deniyor. Böyle derin devlet olmaz, bunlar süprüntü, durumdan vazife çıkaranlar. Asıl derin devlet Churchill’in, Roosevelt’in kurduğu sistemlerdir.

Bizde derin devlete en çok yakışacak isim kimdir?

Demirel’dir, (böyle olduğunu iddia etmiyorum) çünkü düşünmesini bilen, uzun dönem çıkarları gören bir insandır. Dolmabahçe görüşmesinde sonra Başbakan, Genelkurmay ve Cumhurbaşkanı anlaşmış görünüyor. Böyle gitmez, bütün bunlara teslim olursak Türk devleti çözülür dediler. Hiçbiri bu tarihsel sorumluluğun altına giremezdi. Normalleşmeyi onlar sağlayacaklar ki Türkiye dünyada hak ettiğimiz yeri bulsun. Yalnız CHP dışında kalarak kendi tasfiye sürecini başlattı. Ben diyorum ki, bundan böyle hayatlarımızı karşıtlıklar üstüne değil, ortak noktalarımız üstüne kuracağız. Ben de buna kafa yoracağım.

Yeni idealiniz bu mu?

Evet. Türkiye’nin de ihtiyacının bu olduğunu sanıyorum. Dindar olmayan biri olarak, dindarın yaşam biçimini, özgürlüklerini de savunacağım. Bu tavrın teorisini yapacağız önümüzdeki dönemde. Aynı şeyi onlardan da bekleyeceğim.

Nedir ilk adımın?

Cemil Meriç’le ilgili bir yazı dizisi yaptırdım, yayınlayacağım. Meriç’in önemli olduğunu düşünüyorum. Türkiye’de halk ile entelejansiya arası daima kopuk kaldı. Meriç halktan kopuk aydını dönüştürmeye adadı hayatını. Kendisi dönüşürken başkalarını da dönüştürdü. İslam’ı anladı ama hep sosyalist kaldı. Sosyalist olarak dindarlarla bağlantı kurdu.

Ne din ne de tarih tam anlamıyla bilinmiyor bizde…

Derin devlet toparlanırken bu sorunlar da çözülecek. Bazen insanlar tuhaf şeylere inanıyor. İnanç eksikliği önemli bir eksiklik, o boşluğu mutlaka bir şey dolduruyor. Ergenekon’da Agarta’dan söz ediliyor. Atatürk de bu konuları incelemiş. Ordu’da da Atatürk’ü dini bir figür olarak görme alışkanlığı yaygındır. O tür örgütlerde şaman eğilimleri var.

AKŞAM ULUSALCI DEĞİL

Hangi gazeteleri beğeniyorsunuz?

Milliyet’i beğenmiyorum, diğerleriyle benzeşiyoruz. Sabah’ta sahipleri değiştikten sonra imaj sorunu var.

Aslında gazetenin yapısıyla hiç oynamadılar

Evet ama sahipleri akıllıca davrandıkları halde böyle bir algı oluştu. Akşam için de ulusalcı gazete diyorlar ama ulusalcı değiliz.

Gazeteniz size benziyor mu?

Türkiye’deki yayın yönetmenleri kendilerini gazetelerine tam yansıtırsa o gazetelerin hepsi batar.

Başarılı mısınız, patron olsanız sizin gibi birini yayın yönetmeni yapar mısınız?

Yaparım, bir ismim var, elim de kalem tutuyor, dünyayı da takip ediyorum, gazete de bir noktaya geldi…

Patronun mali durumu nasıl?

Hiç bilmiyorum…

2005’te; inanıyorum, patron kendini toparlayacak ben de gidip on milyon dolar isteyeceğim demiştiniz. İstediniz mi on milyon doları?

Hayır, bu tür paralar hiçbir zaman şıp diye verilmez, yapmak istediğiniz işin ufkunu görmek isterler. Biz şimdi bu noktaya geldik, sanıyorum o işin de vakti geldi…

Sana içine kapanık, anti sosyal demek rencide edici olur mu?

Hayır, hayır, zaten öyle yaşıyorum…

Nihat Genç büyük hataydı

Ergenekon haberlerine mesafeliydiniz…

Eskiden birçok arkadaşım tutuklanmıştı ve suçsuzdu, acaba yine mi bu yanlışı sürdürüyor devlet diye düşündüm. Suçlu olup olmadığı belirsiz ve kendini savunma imkanı olmayan insanlar ertesi gün gazetelerde “suçlu” görülerek haberleştirildiler ki bunu çok ayıp buluyorum. Fakat iddianame ortaya çıkınca Ergenekon hakkında en çok haberi ben yapıyorum.

Sanıklardan birisi de yazarınız Güler Kömürcü’ydü…

Çok önceden atmayı düşünüyordum ama gözaltına alındı. Düşmüş bir kadına bir tekme de ben vurmak istemedim. Kömürcü’yü Ergenekon’dan beraat ettiği gün atmaya karar verdim fakat gitti Ergenekon’dan hapse düşmüş bir adamla evlendi, artık fikirleri dolayısıyla suçlanan bir insan durumunu aştı ve olayın magazin figürü haline geldi. Bunu taşıyamazdım.

Nihat Genç de sizdeydi…

O büyük bir hataydı.

Gelişi mi gidişi mi?

Tabiî ki gelişi… Hastaneden yeni çıkmıştım, tavsiye ettiler geldi. Karizmatik bir figür, konuşma yeteneği var. Siyasi meczup gibi davranıyor. Fakat o kadar büyük zarar verdi ki bana… Onun yazılarına bakılarak bana “sen bu fikirdesin” deniliyordu. Türkiye düşük düzeydeki fikirlere o kadar rağbet gösteriyor ki, siz milliyetçi asıp kesmelerle ilgili bir haber yaptığınızda en çok okunan oluyorsunuz. Nihat figürleriyle fikir düzeyinde mücadele edip onları yenmek lazım…

Gülen’in dönüşü Türkiye’yi normalleştirebilir

Fethullah Gülen ve Cemil Meriç başlıklı bir yazı yazdınız.

Fethullah Gülen açılan davalardan beraat etmişti, medya ne zaman nasıl döneceğini tartışıyor, Humeyni gibi döneceği de söyleniyordu. Ben de yazdım; Şimdi bırakalım ‘dönecek mi?’ tartışmalarını… Beraat etmiş bir vatandaş ne isterse, ne zaman isterse yapar bunu. Herkes kabul etsin artık. Yoksa adalete güven sarsılır. Bizlere düşen bunu tartışmak değil, Gülen’e düşünsel olarak kendimizi hazırlamaktır.

“Gülen’e düşünsel olarak kendimizi hazırlamak”tan kastın ne?

Uzun yıllardır onun hakkında şehir efsaneleri çıktı, -bazen biz de etkilendik- ben onun partizanca söylenmiş efsanelerdeki insan olmadığına eminim. Gülen’in döndüğü bir Türkiye’de diyalogların daha yumuşak olacağını düşünüyorum, çünkü buna hizmet ettiğini biliyorum. Türkiye’ye gelse, konuşsak, topluma, normale dönmemize çok yararı olacağını düşünüyorum. Cemil Meriç gibi Gülen’in de fikirlerini çalışmamız gerekiyor.

Cesur bir çıkış…

Türkiye değişiyor. Birbirimizi anlamak zorundayız. Bakın Akdeniz Üniversitesi’nin rektörü olamayan adam, seçilmemesini “cumhuriyetin büyük kaybı” olarak görüyor, “Cumhuriyet elden gitti” diyor. Ne ayıp şeyler bunlar. Üniversitelerdeki türban yasağını anlamış değilim. Ben bu yüzden üniversiteden atıldım; Ankara Hukuk Fakültesi’nde asistandım, anarşi var diye kapıda jandarmayla birlikte nöbet beklerdik. Dekan, türbanlıları almayacaksın emri vermiş. Dev-Sol’un kalesi bir okulda üç-beş tane türbanlı olsa ne olacak. O kızları içeri aldım, dekan bağırdı çağırdı, ben de ona bağırdım… Maaş almaya gittiğimde “sizin maaşınız yok” dediler. YÖK çizmiş üstümüzü. Türkiye hâlâ böyle, yıllar sonra benzer şeyleri yaşamak ne üzücü.

İyilerle çalışırım başörtüsü takıntım yok

2005’teki beyin kanamasından sonra içe dönük bir süreç yaşadınız, Allah’tan yardım istedim, dinin, dua etmenin faydasın gördüm ateist olmadığımı anladım, dediniz. O günlerden geriye ne kaldı?

Çok büyük bir şey kaldı dersem yalan söylemiş olurum. Ateist değilim dedim, dua ettim, çünkü hem dua edip hem ateist olunmaz. İnsan dua eder ama dindar olmayabilir

Kendinize bir dindarlık inşa ettiniz mi?

Ben teistim, Allah’a dua ederim ama dindar değilim. İslam’ın kurallarını bilmiyorum. Ama bir iddiam var, teist bir insan dindar insanın ihtiyaçlarını daha iyi anlar. Türban konusunda çekilen sıkıntıları daha iyi anlar. Dindarı anlamak Türkiye’de önemli değişmelere neden olur. Cemil Meriç’i bu yüzden çok önemsiyorum.

Medyanın bir din sorunu var…

Bu sorun her iki tarafta da var. İnsanları olduğu gibi kabul edeceksin, bırakacaksın kendi kimliği, inancı ile çalışacak. Bunu yapmaya çalışıyoruz, Yeni Şafak da yapıyor.

Başörtülü yazar da, muhabir de çalıştırabiliriz demiştiniz…

Başörtülü yazar çalıştırdık ama maaşta anlaşamadık, belki daha fazlasını hak ediyordu ama ben veremedim, ayrıldı.

Ya muhabir?

Muhabirim türbanlı olsun veya olmasın diye bir takıntım yok, iyi muhabir bulduğumda kıyafetine hiç bakmam…

İKTİBAS kategorisinde yayınlandı. Leave a Comment »

Fundin Oglu Balin’in Kitabesi

Ben Fundin oglu Balin (Gimli’nin Kuzeni)
Moria hükümdari
Morianin kalbindeyim
Dev salonlarimizi isil isil mesaleler aydinlatirdi
Koca sütünlar uzanirdi dagin tavanina
Kimi ates kirmizi kimi su yesili.Dev direkler salonlarin içinde
Gün geçmezdiki ziyafetler,sölenler birbirini takip etmesin
Cüceler sen kahkahalarla eglenmesin
“Çalan arp’lerin sesleri arasinda,
Gölgeler uzanirdi mermerden salonlarda”diyerek siirler okunmasin.
Dümdüz aynalar gibi duru göletlerin arasinda onlarca merdiven ,
köprü ve birbirinden mamur odalar ,asmali katlar,

yanan atesler,tavanlardan sarkan dev avizeler,paril paril dösemeler…

Iste cücegazuv…

Böylece yasar yedi babamizi anardik.

Aule’ye sarkilar çinlardi salonlarda

Iste böylece yasardik refah içinde

Madenlerin tastan isçileri bir dagi oyarak yaratmisti bu sehri…

Ah Moria,ben yalniz dagi,caradhrasi,tek boynuzu gördüm,

uzak diyarlarda akrabalarimizin evlerinide

Hiç biri moria ile yarisamazdi.Birmez bir askla yüceltmistik moriayi

Orta dünyanin her yerinde kadim madenciler olarak bilinen bizler moriayi da kaziyorduk.

Ondan degerli taslar çikariyor,keskin baltalar,uzun sivri mizraklar,

kalin cüce kalkanlari yapiyor,

orta dünyanin her yanindaki akrabalarimiza yolluyorduk.

Ve mithril…

Cücelerin altinini bulmak için kaziyor kaziyorduk.

Ünümüze ün servetimize servet katmak istiyor kazdikça kaziyorduk.

Arifler bizi uyardilar;Çünkü çok derine indik.

Daglarin kadim tas isçileri,arifleri dinlemedi.

Yeni damarlar için ise koyulduk,

madenler kazma sesleri ile çinliyordu.

Birgün son kazma indi moriada.

Lanetli bir gün bir sölenin ortasinda çiglik çigliga inledi moria

Biz onu uyandirdik…

Eski dünyanin kadim iblisini biz uyandirdik.

Tamahkar cüceler cezasini bulmustu.

Önce uyananin ne oldugunu bile anlamadik.

Arifler eski kitaplari karistirdilar.

Ve onun atesle çamurun iblisi oldugunu söylediler bizlere.

Balrog!Kabus gii üzerimize çöktü bu isim

Artik moria için çok geçti.

Iblisin ugursuzlugu dag goblinlerini moriaya çekti.

Sayilari yüzleri asan goblinleri durduramaz olduk.

Aydinlik koridorlarimiz karanlikla doldu.

Moria da cücegazuv’un tavani altinda nefes alan tek bir cüce dahi kalsa

savunacaktik sehrimizi.

Savunacaktik savunmasina,olan moriaya oluyordu.

Önce arp’lerin sesi kesildi

Sonra atesler söndü,kimse ziyafetleri anamaz oldu

Ugursuz balrog bizi orta katta mahsur birakti

Merdivenleri,köprüleri,asma katlari harab etti.

Salonlarimizi yakti,sulari kirletti.

Ben Fundin oglu Balin yalniz dagda ejderhaya ,

uzak diyarlarda insanlara ve elflere karsi savastim.

Dag goblinlerine,ugursuz orklara yenilmedim.

Migferim yamulana ,baltam kirilana kadar savastim.

Cüce savasçilar komutam altinda kahramanca dövüstüler.

Ama biz daglarin kadim tas isçileri tamahkar cüceler,

Balroga yenildik,ates ve çamur bizi yendi.

Artik moria temizlenemez.En derinler iblisin orklari ile doldu.

Ondan hem korkuyorlar ,hem de itaat ediyorlar.

En küçük hareketimizde derinden davul gürültüleri geliyor,

en kötüsüde o davul gürültüleri…

Moria;

Nazli sehrimiz harab oldu.

Biz hirsimiz yüzünde kazilmayacak kadar derini kazdik ve

cezamizi bulduk.

Khazad-dum! Khazad ai menu!

Bir elimde baltam,bir elimde kalkanim,sirtimda mithrille,

ben Fundin oglu Balin.

Moria Hükümdari,

Burada yatiyorum…

(JRR. Tolkien’in,Moria hükümdari Fundin oglu Balinin ve Moriada yasamini yitiren

tüm cücelerin anisina ithafen Gloin_ tarafindan kaleme alinmistir…)

İKTİBAS kategorisinde yayınlandı. Leave a Comment »

GİDECEĞİN BELLİYDİ DOSTUM…/HAŞMET UZAR


İLGİLİ HABER : İçişleri Bakanlığı’nın kararnamesine göre, yaklaşık 2 yıldır ilçemizde görev yapan Kumru Kaymakamı Özgür Körükçü, Mersin’in Aydıncık İlçesi’ne atandı.
*********
VE HAKKINDA YAZILANLAR-2
**********
KUMRU TV’DE HAŞMET UZAR “GİDECEĞİN BELLİYDİ DOSTUM” DİYE YAZDI…İŞTE O YAZI
*********

Geldiğinden belliydi gideceğin. Bir gün apansız düşmüştün taşra sabahına, elinde bavul karayağız bir adamdın. Herkes, hep bir ağızdan fark etmişlerdi, sen fark edilmek istemezken oysa. Aldırmazlığın içindeki önemdin. Ah birde yitebilseydin sayfalar arasında. Buruşturulmuş üçüncü hamur bir kâğıt olabilseydin. Unutulmuş bir bardak yeni içilmiş su bir masanın ilişkisiz kenarında.

İşlerin günlüktü, beynin bin yıllık, belki de iki bin yıllık tarihin ve bilimin bütün sorularından muzdarip, yorgun. Bilmekle bitmiyordu iş, ah bir de yaşamak vardı; yaşamak… Sade ve abartısız evrakların akış ve kayıt sıralarıydı zaman. Bunun içindir ki sıkıcıydılar ve başka bir evrene aittiler. Ve anlam bilgeliğe sığınmıştı. Bilgeliğe tutunmuştu akşam. Ve en çok Edip Cansever, anlatmıştı seni, daha sen gelmeden evveli.

Demişti ki:

…Ne çıkar siz bizi anlamasanız da

Evet, ne çıkar siz bizi anlamasanız da

Eh yani ne çıkar siz bizi anlamasanız da…

…bir adam kayboluyordur bir taşra sıkıntısıyla…

********

Var mısın? Yok musun? Ayak izlerin nerde?

Ölümlerin kurslu olduğu yerlerden gelmiştin, ceplerin meşe çalılarının artık külleriyle doluydu. Akşamların sarhoş kahpeliklerini izlemiştin aylar boyunca. Ve tutsak bırakmıştın bir kenarını oralarda. Tutsak bıraktıklarınla kalmıştı evrenin bir köşesi. Ayrılığın kaçınılmaz olduğu bir köşede unutmuştun gözyaşlarını paylaştığın akşamları da iliştirerek aşkına.

Ama unutulmaz, bunu bir tek yangından ancak ellerini kurtaranlar bilir. Çünkü yüreklerini bırakmışlardır yangın yerinde. Her yanan yürekten odanmaz bir sızı kalır.

“Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin işin kolayına kaçmadan ama” demişti Nazım Abidin DİNO’ya. Herkes mutluluğun resmini yapamamaktan muzdaripti oysa. Seyredilse bile yeterdi.

Bir de seni seyredenler hatta sevdiğini söyleyenler vardı. Islak dere boylarına aykırı akşamlar kurmuşlardı. O akşamlarda yalnızlıkları vurmuşlardı. Ya bir balık oltası ucunda ya bir köy salacında ya da dalgaların bir annenin yavrusunu okşar gibi yumuşak olduğu akşamlarda sahil boylarında.

“ insan ürkmesi beygir ürkmesinden kötüdür”

Yaraların daha taze, sarılamadı buralarda. Kendine dikkat et.

Belki bir başka akşamların iri gözlü kızların alev gibi saçlarını tutuşturduğu yerde merhabalaşırız. Hayal ya belki de iki kadeh tokuştururuz.

Güle güle; gelişinden belliydi gidişin.

İKTİBAS kategorisinde yayınlandı. Leave a Comment »